Perşembe, Mayıs 17

Yakıştı Mı Gitmek Sana?


Sevgili Babacığım,

Gidişin yüreğimde koca bir acı imparatorluğu kurdu. Her geçen gün, gidişinin verdiği acı bütün hücrelerimi fethediyor, ani saldırılar düzenliyor. Gözyaşlarım yağmurla yarışa tutuşuyor. Beraber suluyoruz bu çorak toprakları. Sen hissediyor musun? Gözlerimden akan yaşı ruhun tanıyor mu? Oğlun Ali'den geldiğini anlıyor musun? Gülümsüyor musun? Biliyor musun ben gülmüyorum sen gittiğinden beri. Yapamıyorum. Küçücük dünyamda, ciddi olmak çok zor!

Gidişin gökyüzünün temellerini yerinden oynattı. Dünyanın ekseni kaydı. Zaman görevinden istifa etti. Akrep, yelkovan desen onlar da terk edip gitti bu diyarları. Dünyanın her yerinde sen varsın. Dünyamın her yerinde sen! Küçücük dünyama biraz daha misafir olarak kalsan olmaz mıydı? Sen de istemedin ki gitmek. İster miydin oğlun Ali'yi burada böyle bırakıp gitmek? İstemezdin öyle değil mi?


Gidişin öyle bir etki yarattı ki evrende, rüzgar hüzün esmeye, güneş acı vermeye başladı. Nehirler bile dayanamadı gidişine. Onlarda ağlayarak kuruttu kendini. Göçmen kuşları sen rahatsız olma diye, sessizce geçmeye başladı. Nebatatın yüzünde utanç var. Dokunsan kırılacak dallar. Dokunamıyorum biliyor musun? O kadar dokundu ki gidişin, ben hiçbir şeye dokunamıyorum. Parmaklarım isyan ediyor. "Yapma Ali!" diyor. "Tamam!" diyorum, oturuyorum bir köşeye. Ne yapmalıyım sence?

Gidişin bir volkan gibi patladı içimde. Ani soğumalar oluyor, bütün hayallerim taş kesiliyor. Bütün hayallerim sana çıkıyor. Bütün hayallerim mezar taşında patlıyor. Korkuyorum. Bir gün yine gelirler de, hayatımıza, hayallerimize attıkları bombayı, yine atarlar, hayallerimin hayat bulduğu mezar taşını da alırlar diye çok korkuyorum. Seni de öyle almadılar mı zaten? Seni de koparmadılar mı buralardan?

Gidişin aklımda binlerce soruya gebe. Doğan her soruda sen. Ne oldu söyler misin? Neyimiz vardı ki, neyimizi aldılar? Bana ait bir sen vardın. Bunu mu istemişlerdi? Dünyayı korkutan küresel tehdit sen miydin? Sen miydin dünya barışının, huzurun önündeki tek engel? Sen miydin ekonomiye yön veren? Ben neden bilmiyordum bunları? Söyleseydin ya bana! "Yapma!" derdim sana. "Biz bunlarla başa çıkamayız. Gel gezelim!" derdim.  Gelmez miydin?

Gidişin bu alemde her şeyi değiştirdi. Bu coğrafyada doğan her çocuk, benim acıma tanık oluyor. Bedenim şeffaflaştı. Bakan her şeyimi görüyor. Saklayamıyorum. Hasretin bölüyor uykularımı. Ne kadar sürecek bu böyle? Daha kaç kez hasretine uyanacağım? Göz kapaklarım senin olmadığın dünyaya açılmak istemiyor! İstemiyor sensiz dünyayı seyretmek!

Bakma böyle konuştuğuma benim. Sabrın sonu selamet derler ya. Aynen öyle işte. Sabrın sonu sensin, sen! Sen rahat yat. Biliyorum, bu ayrılık, bu özlem, bu hüzün bitecek. En kısa zamanda geleceğim yanına. Hiç merak etme! Sana öyle bir sarılacağım ki, bütün dünya hissedecek. Hiç merak etme. Aslan Babam benim!
 Oğlun Ali

Pazartesi, Nisan 30

Kadınlar ve Kedisiz Evler



İğrenç bir yayının ardından evime koşarak geldim
ve hiç beklemediğim bir manzarayla karşılaştım 
nükleer bombaların dansını izlemiş gibiydim
Tanrım, dedim, gitmeliyim buradan!
bisikletime atlayıp anlamsız bir parktan 
Moda Sahili'ne bir misket gibi süzüldüm 
sarhoşlar, piçler ve güzel kadınlar vardı
bisikletimi park ettim ve battaniyemi
çimlerin koynuna doğru serdim
gecenin sonuna dek adını sormadığım bir kadın geldi
oturabilir miyim, dedi
elbette, dedim, otur! 
saçları samba yapan dansçılar gibi cezbediciydi
sabaha kadar konuştu 
ve ben de sanat filmi sıkıcılığında dinledim 
gecenin sonunda anlamını yitirmiş kelimeleri andıran 
bir odada buldum kendimi
kedin var mı? diye sordum ve can alıcı bir cevap aldım, hayır! 
o an dünya yörüngesinden çıkmalıydı 
ya da katiller hakkında şiirler yazmalıydık
gerçekten kedin yok mu? dedim
saçlarını toplayıp bir sigara yaktı 
ve 
kedim yok, dedi gülerek 
beni şu an, sigaranı söndürmeden vurmalısın tatlım, dedim
anlamadığı çok belliydi
koşarak evden çıktım 
bir çorbacıya gidip sert bir çorba sipariş ettim 
ve bir güzel içtim
sonrasında eve doğru yol aldım 
marullarını satamayan yorgun bir manav sahibi gibiydim 
kapıyı açtım ve nükleer resitalin tüm hızıyla devam ettiğini gördüm 
Tanrım, diye haykırdım saat 07:52

Pazar, Mart 25

Peşin Fiyatına Daralıyorum Müzeyyen - 2


                                                     25.03.2018, Kadıköy
                                                Foto: Ekin Taneri

Gökyüzünün bir derdi olduğunu bilmeyenler
yağmurun betona yağdığını zannedermiş Müzeyyen
Betonlaşmış vücudumun arasından sızan toprağa oluk oluk yağıyorsun
Ne toprağıma can veriyorsun, ne de damlalarınla alıp gidiyorsun
Tek bir soruya bile veremediğim cevabım
Bilge filozafların sakalını sıvazladığı gibi
her soruna çözüm bulamıyorum!
Gözlerinde bir silah gibi taşıdığın sorularını indir yere artık!

Biliyorum Müzeyyen
Ben seni hiç bir durakta üç ay beklemedim
Biz hiçbir zaman bir yerde bekleyemeyiz
Kabul edelim bunu artık!
Biz dipsiz boşluğun içine doğru kayan emniyet kemerini bağlamamış iki boşluğuz
düştüğümüz boşlukta göğü izleyen kuyuyuz!

"Yaşamak bir başkası olmaktır" dedin bana
Bırak Müzeyyen
Bırak ki bugün de dünkü gibi hissettiğim aynı hayatı yaşamayım!
Her gün Çin restorantına gidip olmadığını bile bile lahmacun sipariş eden
şapşal müşterinin aynılığını yaşamaktan yoruldum
Bırak!
Dünkü hayatımızın yaşayan kadavrası olmayalım artık!

Bir yerlerden kaşlarını çatıyorsun bana
Kızma Müzeyyen
İnsan ocakta kaynayan tencere gibi fokurdamaya başlayınca
dökermiş nefretini de sevgisini de
gün aşırı yorgun düştüğüm sokaklara bir bir kusuyorum seni!
kusuyorum ama ağzıma ayak bileklerini öptüğümde gelen pamuk şekeri tadı geliyor
Müzeyyen, benim baharat yolu gülüşlüm, nefes darlığımı yok eden ilacım
Kızma bana!

Bazı şeyleri söylemek iki türlü olur
ya konuşarak yaparız bunu ya da susarak
Sen ne konuşuyorsun ne de susuyorsun Müzeyyen!
Kulaklarım yüksek sesle konuşmalara ve susmalara dayanamayacak kadar hassas
100 kilometre hıza ulaşıp avını yakalayamayan çitanın sırtına dayanmış steteskoptan ne duyuluyorsa
benim de kulaklarımdan öyle bir hırıltı ve bitmişlik geliyor
Kalbimdeki huzurlu ıstırabı, cehenneme çevirme!
Anlamıyor musun!
Anlayamadığım şeylerin yaktığı ateş kalbimde kapanması zor dehlizler açıyor!

Biz hiç filmlerdeki diyalogları yapmadık
Bir meyhaneye oturup hafif bir meltem rüzgarında
yosunlardan korktuğumuzu anlatmadık mesela
Korkuyorum Müzeyyen!
Yosunlardan da korkuyorum, senden de!
Alaska'ya yaz gelmesinden de, uzay boşluğuna kanatlanan sineklerin senden bana bahsetmesinden de korkuyorum
Artık bir şeylerin farkına varmamız lazım!
Dünyanın en kimsesiz yerlerinden, en kalabalık şehirlerine kadar herkes bilir bunu!
Ölüler aldatılmaz Müzeyyen!
Ben seni aldatamam, hoşçakal!

Cuma, Şubat 16

Neymiş Bizi Değiştirecek?



Ölümlere aşina bir coğrafyanın insanıyım.
Yürüdüğüm sokaklardan, baktığım binalara kadar
her yer ölülerle dolu.
Özellikle Üsküdar’da ne vakit beklesem
gözümü ölümden başka bir şey bürümez.
Mimar ataların, inşaatçı torunlarıyız sonuçta.
Arşa kafa tutan binaların arasına baktığım vakit,
her gün bir kez daha öldüğünü görürüm
Aziz Mahmut Hüdayi’nin, Mihrimah Sultan’nın, Valide-i Atik’in.
Benim de onların ölümüne eşlik ettiğim zamanlar oldu çoğu kez.
Tekrar yaşamak için seninle gülerek öldüğümüz oldu çoğu kez!

Yine öldüğüm bir günün sabahı
Şehrin kirli sokaklarına sinsi sinsi yağan yağmurun altında
yıkandığım bir günün talihsiz zamanı.
Hiç kimse öldüğü yerde sonsuza kadar kalamaz,
ben de kalamadım

Ne yok ki gülüşlerinle suladığım şu çorak topraklarımda
Merkez Efendi’den, tramvayın kalabalığına
Motorların bağrışından, kafasını tutamayıp tanımadığı omza uzananlara kadar
Hem çıkar mı, terk eder mi aklımın en güzel koltuğuna oturan
Efsaneler fışkıran gözler, efsaneler dökülen eller
Sıyrılır mı aklım ince bir forvet gibi?

Geceleri severdim hep,  
Dizinin dizime, yüzünün yüzüme, kokunun kokuma değdiği
Geceleri severdik hep,
penceremin ardında olay çıkaran
tüm bilinmezliğini gözlerinden okuduğum
seni sevmeyi muhteşem bir deliliğin kapısı gibi aralayan geceleri,
belinde altı patlar, elinde satır
yerdeki cam kırıklarını parmak uçlarına yüzük gibi takmış
şu serseri mayın gibi koşarak gelen zaman mı değiştirecek?
Söylesene bizi ne değiştirecek?


Pazartesi, Şubat 12

Rafet, Kediler, Kaldırımlar ve Piçler



Taksim tünelinin önündeyim
tramvayın raylardan aşağı boşalmasına  
tam 3 dakika var
ben,
sigara içiyorum
3 dakikada çok şey yapılır
aşık olunur, intihar edilir ya da gidilir
etrafımda yıllar önce yapılmış
kavgadan çıkmış tarihi eserler
dibinden gelen çiş kokuları
yalanan kediler
hepsi hayatın bir parçası
ve
parçaları hayatın ta kendisi

***
Kadıköy'ün biçimsiz sokağından
Rex sinemasına geldim
berbat filmler var
ve bunlara güzel diyen
piçler
dışarı çıktım
Rafet'in barından içeri süzüldüm
dünkü gibi iğrenç olmasına üzüldüm
bira istedim
tadı hayat kadar acıydı
"bana acıyı sen öğretemezsin" diyip
bardağı yüzüne vurdum
ve bir güzel sopa yedim
kaldırımların rahatlığının o an farkına vardım
ve Rafet'in bir orospu çocuğu olduğunun

****
Kimsenin beni eskisi kadar
sevmediğini biliyorum
ve bununla pek ilgilenmiyorum
zaman bir mermi
tetiği çektikten sonra
mermiye hükmedemezsin
bu yüzden üzülüyorum

ben bir silahşör değilim


Salı, Aralık 26

Peşin Fiyatına Daralıyorum Müzeyyen! (1)

                                  
                                                                                        Karaköy / Kadıköy Vapuru, 2017
                                                                                                   Photo By: Ekin Taneri 

Gönül yorgun olunca dil de keskin olur
Gönlüm dilimi katanaya çevirdi Müzeyyen
Çoban salatasına küp küp doğradığım domastesler gibi insan doğruyorum
Ahlaksız cinayetlerin mahallinde gökyüzüne bakıp ferahlamaya çalışıyorum
Müzeyyen, göz kapaklarımı aşağı yukarı hareket ettiren ani refleksim
Sensiz dantelli çoraptan bir farkım yok
Sürekli ya kaçıyorum ya da deliklerimden hava alıyorum

Savannah'ta aslan çetesi tarafından kovalanmış ama kendisini kıl payı kurtarmış antilobun yorgunluğu var üzerimde
Yorgunum Müzeyyen,
Bir kucak sakalıma aldırış etmeden annemin bana aldığı kalpli pijamayı giyemeyecek kadar yorgun!
Annemin aldığına aldırış etmeyip saygısızca yatağa yatacak kadar yorgunum
Bağrının istasyonunda durup dinlenmeden hiçbir şey gitmeyecek Müzeyyen

İnsan portakalını kaybettiğinde onu teselli edececk pek çok portakal bulabilir etrafında
Parasını kaybettiğinde daha çoğunu bularak eski zenginliğinin tadını tekrar çıkarabilir
Kayıplar bir şekilde unutturur kendini Müzeyyen!
Fakat sen!
Ne portakala benziyorsun ne de paraya, 
Müzeyyen sen bu hayatta elimle dokunduğum hiçbir şeye benzemiyorsun
Mezarlıkta ikamet eden hiç kimse nefes alamaz,
Nefes alamıyorum Müzeyyen ve Karacaahmette kendime 2+1 manzarasız bir yer bakıyorum

Yaşamak için bir şeyler paylaşmamız lazım Müzeyyen,
Dünya medeniyetlerinin hemen hepsi bir şeylerini paylaşmayan cimriler olarak yok oldu
Gönlündeki akrepleri bırak gitsin
Bırak gitsin Müzeyyen
Acılar gönlümüzde derin boşluklar doğuruyor
Boşlukları doldurmakta zorluk çekiyorum, kontra ataklara karşı koyamıyorum

Biliyorum Müzeyyen,
Kaotik gecelerin içindeki manyak bahçıvandan pek bir farkım yok
Ama ne bileyim delilik olmadan da bir şeyleri anlamamız zor
Hem deli olmasak zeytin çekirdeğinin içinde orman yattığını nasıl görebiliriz?
Düşün Müzeyyen,
Ben mandalinamı almış liflerinde seni beklerken sen düşün
Öpüyorum parmak uçlarından, ayak bileklerinden, elmacık kemiklerinden...






Pazartesi, Şubat 13

Senin Derdin Ne Garson?


Sezar az önce bıçaklanmış, kanları Roma sokaklarında gezintiye çıkmıştı. Bahar güneşini yeni fark etmiş çiçekler doğum sancılarıyla nebatatı titretmişti. Ayakkabısındaki yırtığı gören adam, çıplak olduğunu düşünüp telefon kulübesine girip havanın siyahlara bürünmesini beklemişti. Amerika'daki son Kızılderili kabilesinin üyeleri barış çubuklarını gömüp topraklarına son ağıtını yaktıktan sonra evrendeki miadını tamamlamıştı.


Yaşadığımız bu gezegen acıya tanıklık etmekten yorulduğunu belli edercesine dengesiz hareket etmeye başlamıştı. Ve bunların farkında olmayan biri çıkıp “Garson nerede kaldı benim siparişim ulan!”  diye bağırdığında, Sezar, doğum sancısı çeken çiçekler, ayakkabısı yırtık adam, Kızılderililer ve dünya şaşırmış "Evren oluşumunu tamamladığı günden beri böyle bir acıya, böyle çözümsüz bir derde tanıklık etti mi acaba?" diye kendilerine sorduktan sonra, güneşin batışını izlemek için dağıldılar dertlerine ceplerine koyup. 


Perşembe, Ocak 26

Hep Dolu Verdik, Biraz da Boş Verelim!


Sözün neresinden başlasam da başladığım yerden bitirsem bilmiyorum. Öyle bir bilinmezlik silsilesinde kürek çekip duruyorum. Bir rüzgâr olsa da savursa beni, o da yok. Bir süredir, ne olan bir şey var, ne biten. Yarım kalmış hikâyelerimden başka hiçbir şeyim yok. Onların da biteceği yok. Neden bitsinler ki zaten? Bir onlar var kontağı çalıştırıp düşündüğümde aklımın virajına giren.

Aylardır bir şirketin sigortalı kölesi olan, mesai saatlerine riayet etmezsem boyunlarına kravatlarını büyük bir özgüvenle takan patronların hışmına uğramayan, çalışma arkadaşlarımla sigara içip düzenin düzensizliğinden dem vuran biri değilim. Olsa fena mı olurdu? Bilemem. Bir bilinmez daha işte. Karşı komşuma gitsem, benim yapamadığım rutinlerin hepsini önüme döküp nasıl da içinde boğulduğunu anlatır. Sözde ikimiz de boğuluyoruz. O işli, ben işsiz.

Dedim ya aylardır bir işin stresini yaşayıp sağda solda yok şöyle yok böyle, mesaisidir, projesidir, fragmanıdır, içeriğidir, zorudur, kolayıdır anlatamıyorum. E böyle olunca konuşacak kimseyi de bulamıyorsun. Biraz dert yanmaya gör hemen sırtı sıvazlama, bu günleri iyi değerlendir, gez toz, hayatını yaşa seansları. Oysa ben bu yatıştırıcı sözleri işim varken de yapıyordum. Gariplik bu ya. Saatini sabahın körüne kargalarla kahvaltı yapmak için kuran kişiler, zannediyor ki bu şeyleri ancak işsizler yapar. Ne büyük talihsizlik!

Hayat öyle bir hayat işte. Sorsan, biraz düşünüp aman düşünme derler. Ama caddeyi bitirip evlerinin sokağına giriş yaptıklarında başlarlar hayatı sorgulamaya. Öyle sit-com zamanlar işte. Öyle efektli gülüşlerle, öyle samimiyetsizliklerle, öyle riyakârlıklarla, öyle yüzsüzlüklerle dolu bir hayat işte. Yanisi, öyle işte.

Dört sene oku, 6 ay askerlik yap, yıllardır çalış, çabala… Sonrası? Sonrası nevrotik sancılar, tramvatik danslar, reçetesiz yatıştırıcılar.

Bir bardak çayla birlikte bütün bunları çapaklara basmadan, kirpiklere dokunmadan, retinayı çizmeden gözden geçirdim. Sonuç? Kaptan, tazele! Açık olsun.

Ayağa kalkıp, bir sigara yaksam, versem tütünün dumanını birbirine kur yapan serçelere, onlar da kabul etse, üstüne bir de teşekkür, ne hoş olurdu. Onca şey arasında olur mu diye düşünüp tam ayağa kalkacaktım ki, içimde öyle sere serpe yatan, en olmadık zamanlarda bıçak etkisi yapan ses, “Ahmak olma, kuşların umurunda dahi olmayacaksın. Hadi diyelim ki beni dinlemeyip kalktın, ya ben haklı çıkarsam? Az da olsa keyfini yerine getiren düşüncen bir mayın gibi patlarsa ne olacak? Otur yerine Asım, tazelendi bak çayın. Soğutma, iç!” deyiverdi. Ne zamandır irrasyonel hayatların sürdüğü bu topraklarda, ne oldu da böyle rasyonel bir tavır sergiledim, şaşırmamak elde değil.

Bir bardak çayı da böyle devirdim. Artık ayağa kalkma vakti gelmişti. Yani fiziksel olarak. Öyle senin canına okuyacağım İstanbul, sizi mahvedeceğim küresel baronlar, kravatlı züppeler filan değil. Gayet basit şekilde oturduğum tabureden ayağa kalkmak. Olay tam olarak buydu.

Ayağa kalktım. Ellerimi cebime atıp Eminönü’nün kalabalık sokaklarına gayet savruk bir giriş yaptım. Bunu dün de yapmıştım. Önceki gün de Beşiktaş’a böyle bir girişim olmuştu. Aylardır İstanbul’un o uyaksız, redifsiz sokaklarına böyle girişler yapmıştım. Girişimci ruhum, İstanbul’un sokaklarından başkasına işlemiyordu. Buna da nasip diyoruz. Yan masada nasipten dem vuran yaşlı amcalar buna benzer şeylerden bahsediyordu. Herhalde bu da o gruba girer.

Bütün bir gün boyunca, akrep ve yelkovanın birbirini kovalamasını takip edip, etrafı izleyerek geçirdim. Kafamda deli sorular var diyemeyeceğim bir günün sonuna demir atmıştım. Eve girdim. Yatağın üzerine oturup bir sigara yaktım. Dedemin “İnsan kendisini değiştirmek istiyorsa buna kelimelerden başlasın, kelimeler değişirse düşünceler de değişir, hayat da değişir.” dediği aklıma geldi. Güldüm ve ciğerime derin bir selam verdim karbondioksit, azot ve az buçuk temiz oksijenle. Bir öksürükle aleykum selamı aldım ve yatağa uzandım.
Telefonumu elime alıp gün içinde habersiz kaldığım haberlerde ne var, ne yok diye bakmaya koyuldum. “Şahin Grubundan 200 Kişi İşten Çıkarıldı” haberinin manşetini gördüm. Elim içeriğini görmek için habere tıklamaya cesaret edemedi. Telefonu yatağın en ücra köşesine koydum. Anneannemin “İnsan bir şeyleri değiştiremiyorsa, bulunduğu yeri değiştirmeli.” dediğini hatırladım. İşte o an 80 litrelik çantamın “Bir kez de beni hatırla be adam!” çığlığını duydum. Uzun zaman sonra düşünüp düşünmemeyi, düşünmeyip ayağa kalktım. İçimdeki pragmatik ses tam bir şeyler söyleyecek gibi oluyordu ki, dış sesimle kapa çeneni deyiverdim. Elime gelen ne varsa çantama doldurdum. Kapıyı çekip dışarı attım kendimi.
Atilla İlhan’ın “Ulan sen kazandın İstanbul, Sen kazandın ben yenildim” mısraları dilimden dudaklarıma yağ gibi aktı. Hafifçe gülmekten başka bir şey yapamadım.
Otogara kadar yürüdüm. İlk kalkacak otobüse bilet aldım. Koltuğuma oturdum. Elime telefonumu aldım. Yazarı olduğum derginin editörüne, senaryolarına hikâyeler yazdığım senariste, iş başvurusu yaptığım yere referans olan kişiye ve bir kaç arkadaşa gittiğimi, her şeyin yarım olduğu şu hayatta bir yarım da benden gibi, kusura bakılmamasını temenni ettiğim mesajlar attım. İnsan işte hep bir çaba içinde. Belki kaçış, belki kavuşma. İndiğin anda ve yerde belli olur her şey. Kim bilir?

Otobüs hareket ettiği sırada yanıma biri telaşla oturdu.

– Neredeyse geç kalıyordum, bu vicdansızlarda beklemeden gidecek ha!
– Olur öyle şeyler, yetiştin ya boş ver.
– Haklısın, boş ver.
– Bana biraz boş verir misin?
– Ney?
– Yok bir şey, boş ver.

Otobüsün hareketinden yarım saat geçmişti. Yanımdaki adam bana dönüp;

– Nereye gidiyorsun?
– Otobüsün gittiği yere.
– E tamam da nereye? Bir sürü yere uğruyor bu meret. Sen nereye gidiyorsun?
Nereye gittiğim, ne için gittiğim hakkında zerre fikrim yoktu. Öyle gidiyordum işte. “Bilmiyorum!” dedim. “E o da güzel. Her şeyi bilecek halimiz yok ya. Sen de git bakalım gittiğin yere kadar” dedi. Hoşuma gitti böyle demesi. Sonrasında uzunca bir süre konuşmadık. Otobüs Bozüyük’e geldiğinde adam eşyalarını toplayıp, tam inecekken bana doğru döndü. Hafifçe yüzümü taradı ve “Bak arkadaş, gitmenin de bir anlamı yok, kendini bırakıp gitmedikten sonra. Boş ver!” deyip otobüsten aşağı indi. Haklıydı. Bir şey diyemedim kendime, “Boş ver!” dışında.


Çarşamba, Ekim 5

Refleksivite

,


Şu oturan adama iyi bak.
Yıllardır öylece oturmakta, düşünmekte ve aramakta
Ama neyi?

Sakalları kabarmış, saçları önüne dökülmüş, pantolonu yırtık,
düşüncelerin arasında fersah fersah yol alan şu adam,
kaybolduğu çölde kum tanelerini izleyerek bir şeyler mi aramakta?

Şu öylece oturan adam,
aylakların boşvermişliğinden,
azizlerin yüce düşüncelerinden daha geniş bir amaca mı sahip?
yoksa farklılığın tahrik etmesinden farklı bir amacı mı arıyor?

Otururken tütün saran işte şu adam
henüz isim verilmemiş sokaklarda
paçavradan yapılmış topları,
çocukluğunun bütün çıplaklığıyla tekmelerken
hedefine hangi örülmüş ağları koymuş?

Otururken ayaklarını uzatan o adam
bacaklarını cömertçe sergileyen
yaldızlı ağızlıklardan dumanlar çıkaran
parfümünü çelik yelek gibi kullanan kadınlara
suratını çevirirken kaçıncı nefesinin taburesine vurmuş?

ellerini göğsüne kavuşturmuş,
göz altlarındaki morga mor rengi sürmüş,
bir maktulün soluk tenini yüzüne çalmış şu adam,
saç diplerinin altındaki deryada
hakikatin aranmakla bulunmadığına şehadet ederken
kaç geminin serdümeni olmuştu?

Şu oturan adama iyi bak.
Yıllardır öylece oturmakta, düşünmekte ve aramakta
Ama neyi?

Cuma, Eylül 2

Kasabadan Kente İtiraflar -1-


İlkokul, orta okul ve liseyi aynı yerde okudum. Bu süre zarfında ailemle kayda değer bir kavgam olmadı. Sadece bir kez evden kaçmış, Çaça'ya gitmiştim. Çaça, bizim mahalle maçlarını yaptığımız yerdi. Köpeklerden korktuğum için eve geri döndüm ve halının altından aldığım parayı anneme geri verdim. "Şimdide hırsızlığa mı başladın?" diye kükredi. Küçük bir kaçamaktı sadece. Beceremedim bıraktım. 

Lise döneminde ve sonraki yıllarda kasabada tanınan biri oldum. Enerjimi hiçbir zaman derslere vermedim. Ama okulu başarıyla bitirdim. Okuldan bir kızı görmek için asla kaçmadım. Çünkü lisede hiçbir kıza aşık olmadım. Annem de kahvaltıda bana aşık mısın diye hiç sormadı. Bende konusunu açmadım. 

Bir keresinde evin önünde arkadaşımı beklerken babamın ders çalışmam gerektiğini söylemesinin ardından, Amasra'da çalışabileceğim yerlerin isimlerini verdiğinde dünyanın en tatlış tehditini aldığımı götümdeki sıkışmayla hissettim. Eve çıkıp ders çalışmaya başladım. Bu sayede üniversiteyi kazandım. 

Büyük bir gururla gittiğim üniversitenin ilk gününde fikirlerin kurduğu üniversitede fikirlerin olmadığını, sıkıştırılmış beyinlerle dolu olduğunu gördüm. Karşıma çıkan ilk bakkaldan sigara alıp yaktım. Tiryakiliğime ilk adımı da atmış oldum. Kalan üniversite yıllarımda oranın vakit kaybı olduğunu, telleri olmayan hapishaneden farksız olduğunu kabullendim. Kendimi yollara verdim. Yüzlerce kitap okudum ama enerjimi yine derslere vermedim. Tatillerde annem yine aşık mısın sorusunu yöneltmedi ve bende konusunu açmadım. 

Yalnızlık dediğimiz şeyin, hezeyan, yokluk,  asosyallik, umutsuzluk olmadığını anladığımda tek başına gezdiğim şehrin sayısı 20'yi bulmuştu. Hayatımda kendimi hiç yalnız hissetmedim. Sadece yalnızlığın yük olabileceğini tekli koltuğun ekstra ücretlendirildiğinde fark ettim. Uzun süre de binmedim. 

Cebim, not defterlerim, çantam yazdığım şiirlerle doluydu ama kimseye okumadım. Okumaya heves ettiğim bir kişi bile çıkmadı. Ama karşılıklı şiir tartıştığım çok kadın oldu. Ve sonra hepsini şiirlerle birlikte yok ettim. 

Okulu bitirip iş hayatına başladığımda sistemle olan ilk kavgamı yaptım ve enerjimi yazmaya kanalize ettim. Patronlara, küresel sisteme, beceriksiz politikacılara, yöneticilere sayısız reddiyeler yazdım. Cebim, not defterim, bilgisayarım yazdığım şiirlerle doluydu ama kimseye okumadım. 

Rüzgar gibi geçen zaman içinde her şeyin farkında vardım ama hiçbiri kerevizin farkına vardığım kadar sert olmadı. Sayısız hata yaptım ve çoğuna üzülmedim. Çünkü atom bombasını ben icat etmedim. 

Hayatımın hiçbir evresinde "iyi" biri olduğumu söylemedim. Kimseyi de buna inandırmaya çalışmadım. Keyfim ne isterse onu yaptım. Hayatımın merkezine kimseyi koymadım. Çok insan kaybettim ama hiçbiri derinden yaralamadı. 

Hayatımda ölümün o bahsedilen soğuk nefesini bedenimde iki kez hissettim. Ne yazık ki etkilenmedim. Mesela şöyle ki; yapmış olduğum son kampta sele kurban gitmenin kıyısından döndük. Kıyımız denizdi. Bunun farkına vardığımda yanımdaki arkadaşa söylediğim ilk şey, "Her yere su girmiş, telefonunu al ve çadırdan çık!"  Sonradan bu olayı düşündüğümde telefonun farkında olduğum kadar, ölümün farkında olmadığımın farkına vardım.


Son 4-5 ayımı istikrarlı bir kaybediş silsilesiyle geçirdim. -ki hala devam ediyor-  Bu süreçte evimi, işimi ve sevdiğim kişiyi kaybettim. Hiçbirinin değerini kaybettikten sonra anlamadım. Çünkü hepsini kaybetmişcesine sevdim. Ne oldu? Hiçbir şey. Kaybettim ve bitti. Bu kadar. 

Şuan evsiz, işsiz ve sevginin o yüce hissiyatı olmadan hayatıma devam ediyorum. Bir süre yerlerde sürünen suratımla gezdim. Bir kaç gün önce bir arkadaşımın evinde uyumaya hazırlanırken, ne yaparsam yapayım uyuyamayacağımı anladım ve ona iyi uykular dileyip yollara düştüm. Balıkesir diye çıktığım yolculuğumun rotasını Çanakkale'ye çevirdim. İstanbul'a dönesiye kadar 5 araç ve sayısız insan değiştirdim. 2 dergi bitirdim, bir kitabın yarısına geldim. Sinemaya gittim. Vapurun arkasında ilk defa "Acaba insanlar ne der?" demeden dans ettim. Hatalarım karşısında ne yapmam gerektiğini karşıma geçip bilmiş tavrıyla anlatmaya çalışan arkadaşıma hayatımdan siktir olup gitmesini söyledim. Yazmak için bir dergiyle anlaştım. Ev ve iş aramayı bırakıp kendime bir harita aldım. Kaygılarımdan sıkıldım. 

Yaptığım hiçbir şeyi unutmadım. Sevindiğim ne kadar şey varsa, üzüldüklerim de bir o kadar var. 

Size bir sır vereyim mi? Birgün hepimiz yok olup gideceğiz! :)

Beni kısaca tanıdınız. Artık konumuza dönelim... 

Salı, Nisan 19

Müsaadenle Uykunu Alıyorum



Ne olacak İstanbul'un trafik sorunu? Küresel ısınma sonucu suların altında kalacak mıyız? Marsta yaşam var mı? Makarnayı bu kadar güzel yapmayı nereden öğrendim? Öleceğimizi bildiğimiz bu dünyada bunca derdi çileyi hayatın merkezine koymak ayıp değil mi?.. Yine sıradan bir günün sabahında denize karşı ayaklarını uzatmış yatıyordu Asım. Kafasında bir dünya düşünce ve her dünyada ayrı bir belirsizlik. Böyledir Asım'ın moda sahil yatışları. 

"Bitmez bu dünyanın derdi!" diye söylenip doğruldu Asım. Dün akşamdan sardığı tütünlerden bir tane çıkarıp yaktı. "Yok olduğunu gördüğümüz şu duman gibi bizde yok olacağız madem, neden biraz rahatlamıyoruz? Sen yeşil gömlekli, sen de mavi tişörtlü, sen de dahilsin beyaz yaka! Sen de be üstü başı viran şehirlerin sokaklarını andıran, sakallarından hikayeler düşen adam! Biraz rahatlamaya hakkımız var!" deyip dumanı üzerilerine doğru savurdu. 

Neden sonra kalkıp bisikletine atladı ve yavaş yavaş sürmeye başladı. Asım'ın en büyük keyiflerinden biri de bisiklet sürerken sigara içmekti. Hayatı da böyleydi zaten. Ne kadar zıt şey varsa aynı anda yapmaya çalışıp, aynı oranda huzurlu olmaya çalışıyordu. Becerebildi mi bilinmez ama, denemedi sayılmaz. 

Asım iki elini de bırakmış bisikletini sürmeye devam ederken, ağacın altında düşüncelerini gölgelendiren bir kadın gördü. Hemen tuttu direksiyonu ve biraz uzağına park etti. Oturdu yere ve bir sigara yaktı. Güneş yeryüzüne kepenkini indirmiş evine yollanmıştı. Martılar keyif balıklarını yiyordu. Kedilerde değişen bir şey yok. Miskinliğe devam. 

Asım ayağa kalktı ve kadının yanına gitti. "Bu kadar moraliniz bozuk olduğuna göre ya işten atıldınız, ya da atılacağını öğrendiniz." dedi. Kadın garip bir bakış attıktan sonra, "Ona benzer bir şey işte, boş ver gitsin" deyip gözlerini karanlık denize doğru kilitledi. "Zaten boş vermesek nasıl yaşarız ki? Dediğin gibi boş ver!" dedi Asım ve o da gözlerini denizin karanlığına kilitledi.

Kadın bir sigara yakıp Asım'a "İçinde hangi adam konuşuyor?" diye sordu. Bu soru karşısında bir süre bekleyen Asım kadının elindeki sigarayı alıp bir nefes aldı ve "Kalbimi ve aklımı aynı anda yönetmiyorum. İçimde hangi adam konuşuyor inan bilmiyorum. Tek adam olmadığımı biliyorum o kadar!" dedi ve sigarayı uzattı. 

Kadın sigarayı söndürdükten sonra "Gitmem gerek, uykum geldi benim. Kendine dikkat et. Öyle Marsta hayat var mı? Sular yükselirse ne olacak gibi şeyleri düşünen yüz halinden de kurtul" deyip güldü. Asım kadının arkasından bir kaç saniye bakıp "Emin ol ne yaşarsan yaşa bu dünyadan kovulmadığın sürece hiçbir sıkıntı seni mahvetmeyi başaramayacak! Kendine inan! Vursan yumruğunu yere, dünyanın ekseni yerinden oynar! Hey yavrum be!" diye bağırdı. Kadın gözden kaybolunca Asım da bisikletine atlayıp evine geldi. 

Kapıyı açıp içeri girdi. Masanın başına oturdu ve Moda sahilde düşüncelerini gölgelendiren kadın için şu satırları yazdı. 

uykunu alıyorum müsaadenle 
gecenin gözlerini açıyorum senin için
esneyen gökyüzünü yatağından kaldırıyorum
söylenmeden geliyor yanımıza
yakıp bir sigara,
doğacak güneşe doğru üflüyor dumanını
uykunu alıyorum
marketten ekmek alırcasına alıyorum
öyle işte
ihtiyaçlar piramadine adını yazıyorum
öyle alıyorum işte
uykunu, gözlerine uyku girmeyenlere yolluyorum
senin uyumadığın gecelerde
insanlar biraz daha fazla uyuyor.