Cumartesi, Temmuz 4

Of Nalan Of!

Öyle işte. Uyandığımda saat 10'u çoktan geçmiş 11'in elini tutuyordu. Tavana baktım, nefret kustu. Saate tekrar baktım, bir zenginin fakire baktığı gibi güldü. Yastık bile o an kaskatı kesildi. Kalktım. Can dostumu elime aldım ve yaktım bir tane. Camdan yansımamı görünce "Benim yolum yol değil, bu dünya da cennet değil!" dedim ve bir süre ayaklarıma baktım. Dost başa, düşman ayağa bakarmış ya, kendime düşman kesilmiştim. Aslında saatlerin bir önemi yok. Akrepin yelkovanı geçmesinin, yelkovanın tekrar akrepi geçmesinin de bir önemi yok. Aslında bu hayatta hiçbir şeyin önemi yok. Belki de şuandan sonra yok. Kim bilir?

Saat 10'u geçip, 11'in elinden tutmasaydı ve ben zamanında kalkmış olsaydım, belki şu saçma dünyanın, sigortalı bir bireyi olacaktım. Öyle ya, bu dünyada, varlığının, duruşunun, düşüncenin, hislerinin hiç ama hiç bir önemi yok. Çünkü sigortan yok. Çünkü paran yok. Çünkü sen yoksun! 

Kurulu düzenin, tam teşekküllü adamları takım elbiselerini giymiş, utanmadan kravatlarını bağlamış Küba'nın sıcak bacaklarında sarılmış purolarını içerken yumruklarını karın boşluğuma, böbreklerime ve karaciğerime doğru bir bir indiriyor, benim aciz gardım ise ucuz sigarasını yakma telaşında süzülüyordu sendeleyerek sokağın sonuna doğru. Bu sokağın sonu, sahilin başına çıkıyordu. Keşke çıkmasaydı. Sahile doğru adım attığımda, dünya başıma yıkılmış ve ben enkazın altında kalmıştım. Beni ne AKUT kurtarabilirdi, ne de acil yardım gönderecek Avrupa Birliği'nin sivil toplum kuruluşları. O karın boşluğuma, böbreğime ve karaciğerime yumruklar savuran kurulu düzenin iğrenç kravatlıları, Nalan'ın bana, ciğerimin ta orta yerine, kalbimin kapakçıklarına attığı yumruktan, sıktığı kurşundan daha fazlasını yapabilir miydi?

Gözlerim gördüğü manzara karşısında feryat ediyordu da kapatamıyordu beyin. Vücudumun bütün organları kaosun ortasında kalmış ne yapacağını bilemiyordu. O anda hala biraz gücü olan ayaklarım olimpiyatlarda ülkelerini destekleyen atletlere lanetler okuyarak öyle bir depar attı ki, kendimi sahilin en kimsesiz yerinde buldum. 

Oturdum ve "Yaşamamak için ne güzel bir dünya Nalan! Gel yaşamayalım! Ellerini tuttuğun adamın gülüşünde mi yaşam? Kucaklıyor musun hayatı onunla! Sana yeminler olsun Nalan, güneşin kalbine sokacağım bıçağı, akıtacağım şu gördüğün denize. Sokacağım bıçağı güneşin kalbine! Akıtacağım geceyi yeryüzüne! 

Felaket, içinde bulunduğumuz koşulların adı değil mi Nalan? Sen benim doğal felaketimsin! Beynimi erozyonlara sürdün, gözlerimde seller oluşturdun! Kalbim ne bilsin kurduğu şehrin fay hattının tam ortasında olduğunu! Saçların, gözlerin, ellerin... Hepsi birer katil. Ayrı ayrı hepsi katil! Faili de sensin, azmettiricisi de! Faili meçhul bir aşk değil bu. Fikirtepe'deki faili meçhul cinayetler kadar esrarengiz de değil Nalan! Her şey bütün çıplaklığıyla ortada. Artık yürüdüğün yol biliyor, baktığın gemi biliyor, bindiğin otobüs bile biliyor senin bir katil, benim bir ceset olduğumu! 

Sabah kalktığımda kendime 'benim yolum yol değil, bu dünya cennet değil!' dedim Nalan! Sen cennet olmayan bu dünyada cehennemi bile yaşatmadın bana! Gayrı yaşam senin olsun. Cennette senin, cehennem de!" diye haykırdım kıyıyı okşayan dalgalara. Biraz martılara, biraz da taşlara.

Artık saatin neyi geçip geçmediğinin hiçbir önemi yok. Ben benden geçmişken, neyin neyi geçtiğinin var mı önemi? Hayat, tuhaf bir şey, kereviz, enginar kadar. 

Öyle işte.
...