Cuma, Kasım 6

Asım'ın Kurumsal Dertleri





"Ömrümün neredeyse tamamını bir baltaya sap olmak için çabalamakla geçirdim. Çocukluğumu hatırlamadığım için, hatırladığım noktayı ele aldığımda bir sap olduğumu hiçbir zaman da inkar etmedim. Ahlakçı toplum, baskıcı toplum, toplum... Attığım adımdan, giydiğim şorta kadar -ki bununla ilgili binlerce şey sayabilirim.- beni/bizi şekillendiren bir mekanizmanın içinde saçma sapan bir dişli olduğum gerçeğini bilerek yaşamanın ağırlığı başka neyde var ki? Ben Atlas kadar güçlü değilim. Omuzlarım, çok değil 1-2 saat çanta yüklediğimde bile isyan ediyor. Var sen düşün dünyayı, hacmini, kapladığı yeri, içini, dışını, derdini, sıkıntısını..." dedi Asım ve sözlerine;

"Bir Cuma namazı sonrası eve geçtim. Sigara yakıp camın kenarına oturdum. Radyo dinlemeyi çok severim. Geleneksel bir tavır değil benim ki. Baba yadigarı filan da değil. Yokluk. Tam anlamıyla yokluk. Varlığı tüm coğrafyayı kapsamış internetin, bendeki yokluğu. Fırsat olmadı, işten güçten bağlatamadım, zamanım olmadı gibi bahanelerim yok. Şu bedenim, fikrim, hissiyatım ekstra 70 lirayı verecek gücü yıllardır bulamadığı gibi şuanda da kendinde bulamıyor. Çok da üzerinde durulacak bir şey değil aslında. Radyo gerçekten güzel icat. Bir şeylerin yokluğu olunca, hayatını varlığıyla şereflendirmiş şeyi daha bir içselleştirip, sahipleniyorsun. Neyse radyoyu açtım. İbrahim Erkal çalıyordu. "Çare Gelmez" şarkısı. Çaresiz dinledim bende. Hem bu tarz şarkılar sigaraya anlam katıyor. İbrahim abi her "Çare gelmez ağlamaktan, ayrılır mı et tırnaktan..." dediğinde öyle bir çekiyordum ki sigarayı, bütün organlarım arabesk fırtınanın içinde kalmış, çaresizce boyun eğiyordu. Belki de hayatımdaki en güzel çaresizlikti bu. Evet, çaresizce sigara içmek." diye devam etti. Çayımız bitmişti. iki çay daha işaret edip devam etmesini istedim.

"Söylenecek gibi değil bir çok şey. 4 sene üniversite okudum. Yeri geldiğinde çalıştım, yersiz bir şekilde çoğu kez aç kaldım. Abim gibi, Cüneyt gibi, Mali gibi... Güzel zamanlardı. Derdimiz vardı elbette o zamanlarda. Dertsiz insan olur mu? Bence olmaz. Bu soruyu dünyanın neresinde sorarsan sor, olmaz derler. Olur diyenin derdi de, bir derdinin olmadığını zannetmesidir. Sadece o farkında değildir. Neyse o derdin bile güzel geldiği zamanları özlemek gülümsetiyor beni ansızın. 'Amaaan yemişim ya ölecez mi sanki?' deyip es geçiyorduk her şeyi. Şimdi az önce saydığım kişilerin ve benim çok daha kurumsal dertleri var. Para, pul, market, mont, ayakkabı, ulaşım, kira... Çoğu kişinin gülüp geçeceği şeyler işte. Biz de gülüp geçiyoruz. Ya da öyle zannediyoruz. Gülüyoruz ama geçmiyor. Umut fakirin ekmeği derler ya hani. Öyle değil işte. Biz zenginiz. Hiçbirimiz bir şeylerin iyi olmasını umut edecek kadar fakir değiliz. Olduğu şeyle yetinmeyip üstüne daha fazla şey katmak için çabalayıp didinen fakirlerin işidir umut. Ev, araba, yazlık, yat, kat falan filan işte. Allah herkese daha fazlasını nasip etsin ne deyim." dedi. Sonra bir süre susup belli belirsiz bakışlar atmaya başladı. Odaklandığı bir yer yoktu. Dertli olduğu belliydi. Cebinden küçük bir rakı çıkarıp içmeye başlasa "Sabahın köründe içilir mi be kardeşim" derdim. Öyle yani. Bir sigara uzattım. Eyvallah deyip yaktı. Anlamadığım şekilde başladığımız bu sohbette sormadığım tek bir şey vardı. Neden buradasın? Yaktım bir sigara ve "Neden buradasın? Kaç gündür bu hastanedesin? Abin, Mali, Cüneyt onlar nerede? Yahu sana ne oldu?" diye sordum. Belki de en başta sormam gereken şeyi en son sordum. Soruyu sorunca bana bakıp gülümsedi. Yarısına kadar içtiği sigarayı söndürüp;

"Hani demiştim ya sana namazdan çıktım, eve gittim, sigara yaktım, radyoyu açtım filan. Hah işte tam şarkı değişti ki kapı çaldı. Gelen ev sahibemdi. 'Oğlum, kiraya 100 lira zam yaptım. Önümüzdeki aydan itibaren zamlı şekilde ödemeyi yaparsın. Hadi bakam. Allah'a emanet' deyip gitti. Bir solukta konuştu ve ben ağzımı oynatamadım. Zaten sözleşme var, yasa var, kafana göre zam yapamazsın desem ne değişecekti? Anlamaz ki. Girdim içeriye. Düşündüm bir süre. Kafam çıkmaz sokaklarla doluydu. 'Ulan hayat bu mu be! Ulan yazık be!' diyip dışarı çıktım. Çay ocağına oturdum. Bir çay istedim ve hiçbir şey düşünmemeye yemin etmişcesine sigara yaktım. Bu sırada yan masadakiler kendince dertlerinden bahsediyordu. Dayanılmaz bir hal almıştı onların dertlerine kulak misafiri olmak. Yok döviz, yok petrol, yok benzin, yok şu, yok bu. Dayanamadım. Çayı fondipleyip yanlarına gittim. 'Beyler çıkarsa 3. dünya savaşı sizin döviz kurlarınızdan, petrollerinizden değil, benim ödeyemeyeceğim kiradan çıkar!' deyip masalarına tekme attım. Bir temiz dövdüler beni. Yani çok güzel dövdüler. 2 gün yoğun bakımda kaldım. Yavaş yavaş düzeliyorum. Abim, Cüneyt, Mali ise kurumsal dertleriyle boğuşuyor. Fırsat buldukça da yanıma geliyorlar." deyip uzunca güldü. Bana neden burada olduğumu hiç sormadı. Bende söylemedim. "Geçmiş olsun, kendine dikkat et" dedim. Şemsiyemi alıp yanından ayrıldım.

....

Çarşamba, Eylül 9

Masum Olan Tek Şey İçliköfteydi


"Ya görsen çok değişik biri!" dedi saçlarından yağ damlayan kadın, yanında bulunan gömleğiyle beraber bütün öz güvenini pantolonunun içine sokmuş kalbinin kirliliği sakalına vurmuş adama. "Ha ha ha! Hadi ya? Kim ki bu? Bir ara çağırın, tanışalım." dedi adam kırılgan, alaycı, tedirginliğini yok etmeye çalışan ses tonuyla. Sağındaki dip boyasının ıstırabıyla yalpalayan diğer kadın, bu istekler doğrultusunda hiç oralı olmayıp elindeki telefonu 30 santim yüzüne yaklaştırdı ve ait olduğu sanal dünyaya doğru yola çıktı. Diğer kadın güldü. Adam sağına ve soluna bakıp "Kimse benim gibi olamaz, en iyisi benim" der gibi korkak bir gülümseme attı. Omuzları bu konuşmalardan önce bir mabet gibi heybetliyken birden yerle bir olmuş bir hal aldı. Sağ eliyle cüzdanını kontrol edip yürümeye devam etti.

Bu konuşmalara şahit olduğumuzda içli köftemize limon sıkıyorduk. "Duydun değil mi?" dedim. "Evet abi duydum" dedi Asım. İçli köftemi bir hamlede ağzıma attım, elimi ve ağzımı peçeteyle silip, "Yürü!" dedim. Arkalarından yürümeye başladık. Hala kendi varlığını kanıtlama çabasıyla gülüyordu. Üzüldüm. Böyle olmamalıydı. Bir insan varlığını bu şekilde kanıtlama çabasına girmemeliydi.

Dayanamadım. Tak! Tak! Tak!

Metrekareyi ne amaçla kapladığının farkında olmayan her insan bu üç atımlık dinleti sonrası kısa süreli bir şok yaşadı. Sonra koşmaya başladılar. Ben çok sakin bir şekilde silahı belime taktım ve bir yudum su alıp "Yürümeye devam et!" dedim. Çocuk yerde yatıyordu. Önlenemez bir kan akışı sokak taşlarıyla fingirdeşmeye başladı. 2 kadın tellerin üzerinde birbirine kur yapan güvercinlerin rahatını bozacak şekilde bağırıyordu. Asım'ın ağzından "Abi sen ne yaptın?" sorusu çıkabildi sadece.

O hengame sırasında, mahallenin civan delikanlıları yanıma yaklaşmaya korktuğu için sert cisimler atarak dengemi bozma yoluna girdiler. Onlarda varlığını kabul ettirme çabasındaydı. "Biz buradayız, bizler bu sokakların bekçisiyiz. Bu sokak, mahalle bizden sorulur ulan tarzında" bana sandalye, taş gibi şeyler atıyorlardı. Elimi silahıma doğru yönelttiğimde ise kaçış başlıyor, kapı aralarından, sokak köşelerinden korku dolu gözlerle bana bakıyorlardı.

Asım çoktan kaçmıştı. "Bu işte ben yokum! Allah kahretsin, şerefsiz psikopat!" diyerek iç dünyasını rahatlatmaya çalıştığına adım gibi emindim. Doğru bu işte o yoktu. Bu bir iş değildi. Asım mantıklı biri olsa bunun bir iş olmadığını anlardı.

Sokağın fedaileri beni sonunda yakalayıp bir güzel dövdü. Hiç tepki vermedim. Polis yine her zamanki gibi en son gelmişti. "Açıl! açıl! açıl!" diyerek dünyanın en afili girişini yaptı. Beni büyük bir gururla polise teslim ettiler.

Kendime geldiğimde beklemediğim şekilde aydınlık bir odadaydım. Gayet güzel bir odaya gözlerimi açmıştım. Şaşırdım böyle olmasına. Oysa beklerdim ki, karşımda bıyıklı, ellerini masaya koymuş, sağ tarafında silah, sol tarafında telsiz, elinde bir sigara, "Ayıl ulan?!" diyen biri olsun. Odada benden başka kimse yoktu.

Belli ki sakallarını yeni kesmiş, gözaltı torbaları da uykusuz olduğunu belli eden, 40'lı yaşlarda, zayıf biri içeri girdi. Hayat hiçte filmlerdeki gibi değilmiş. Kitaplardaki gibi zaten değildi. Bu şekilde bir suçlu olmak, böyle bir hayal dünyasının içinde, böylesine sıradan bir suçlu olmak canımı çok sıktı.

Karşıma oturdu ve çayını masaya bıraktı. Hala sigara yakmadı. Tepeden inen lamba yok. Oda tamamen aydınlık, çapraz sorgu yok, sinir yok, telaş yok...

"Anlat" dedi. "İyi misin?" diye sordum. "Soruma cevap ver" dedi. Hala küfür yok. Bağırma yok. Sinirlerini nerede unuttuğunu düşündüm. Sigara istedim. "Kullanmıyorum, anlat hadi ne olduğunu" dedi tekrar. "Ölüler konuşur mu?" dedim. "Devam et" dedi. "Ölüler konuşamaz. Ölüler kendisini kanıtlama çabasına giremez. Ölüler öz güvene ihtiyaç duymaz. Ölülerin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur." dedim. "Başka" dedi. Bu adamın sakinliği beni ziyadesiyle gerdi. "İnsanlara iyilik yapmak bizim asli görevlerimizden. Öldürdüğüm kişi çok gerilmişti. Belki sol tarafındaki kadından hoşlanıyordu. Ama o kadın, başka birinden bahsediyordu. Üzülsün istemedim. Bu yüzden ihtiyaçlarını karşıladım. Olay bundan ibaret." dedim.

6 yıl hapis yedim. Asım 6 yıl boyunca bir kez olsun beni ziyarete gelmedi.

...

Çarşamba, Ağustos 26

Aristo da Zamanı Anlatan Şeyler Yazmıştı


Her şey çoktan değişmişti. Yaşadığımız dünya, zaman dilimi, yaptığımız makarna, mutfaktaki bulaşıklar, kullandığımız para birimi... Gözümüzü açıp kapadığımız dünyadaki her şey bir bir değişirken, "Zamanın eli değdi bize, aynı değiliz" dedi. O an notaların seyrini değiştiren şarkının ritmi, delinmiş ozon tabakasından önce yeryüzüne indi; sonra da vücudumun bütün gözeneklerinde birden çalmaya başladı. "Bu dünyanın merkezine yerleşmiş, adım atan, nefes alan, işe giden, marketten tütün alan, dolmuşa binen, şiir yazan, kitap okuyan, anlatan, kaç kişi aynı? Parmak izlerinin dahi birbirinin aynısı olmayan milyarlarca farklı insan varken, nasıl oldu da aynı olmayı bekledik?" diye serzenişte bulundum sipariş ettiğim yemeğin tüten dumanına. Garson istediğim içeceği getirdikten sonra az önceki serzenişlerimi büyük bir sabırla dinleyen yemeğin kalbine bıçağı soktum ve yemeye başladım.

Yemeğimi bitirdim ve arkama yaslandım. Bittiğini zannettiğim birçok şey gibi, yemeğin de bittiğini zannediyordum. Aslında bitti deyipte bitmeyen bir çok şey gibi yemekte bitmeyerek kanıma karıştı. Küçük serzenişlerimle tatlandırdığım yemek gözlerimi yumacağım son ana dek benim bir parçam olarak vücudumdaki yerini aldı.

Tütünümü yaktım ve Moda sahile doğru yola koyuldum. Zaman, elinin değdiği bir başka zaman, zamanın değdiği eller, güneyden gelen esmer rüzgar, dünyanın seyrini değiştiren arkeolojik bulgular, dumanıyla savrulan hayaller ve daha bir sürü şey. Ne çok şey var düşünülmesi gereken.

Vazgeçtim Moda Sahile gitmekten. Taburelerinde devletlerin yıkılıp kurulduğu, medeniyetlerin inşa edildiği, ayrılıkların yaşandığı ve sevdaların dile geldiği İbrahim Abi'nin mekanına oturdum. Bir çay istedim. Demiştim ya "şarkı yeryüzüne indi" diye aynen öyle işte. İbrahim Abi dahil, mekanda oturanların, yoldan geçenlerin, yoldan geçmeyenlerin, kırmızı ışıkta bekleyen arabaların, kısacası yaşam belirtisi gösteren her canlının bu arabesk fırtınanın mağduru olduğu belliydi. İnsanlar melodik bir esinti bekliyormuş demek ki içinde besleyip büyüttüğü acısını yüz hatlarının yorgun kıvrımlarında inşa etmek için. Yarsına geldiğim çayı bir yudumda mideye indirdim. Ayağa kalktım gözümün ulaştığı her beşere küçük küçük bakıp "Be hey yüzleri yerleri süpüren dert manyakları bana bakın! Sözüme kulak verin!" diye bağırdım. Bu yaptığım hareketi sorgulama vakti bulacak sürem dahi yoktu. Bir şeyler demem gerekiyordu. İbrahim Abi bile elindeki çayı isteyen kişiye vermemiş bana bakıyordu. Bir sigara yakma kararı aldım. Derin bir nefes alıp "Duydum ki zamanın eli değmiş bize! Her şey de çoktan değişmiş ve ikimiz de aynı değilmişiz! Siz ikiniz de öyle, sen de öyle! İbrahim Abi sen bile! Zaaflarımıza bir gece, hatalarımıza nilüfer verilmiş! Ve yine duydum ki bunlar geri isteniyormuş! Hanginiz vereceksiniz? Sevgisizliğinize verilmiş kalbi hanginiz vereceksiniz? Sizin kalpleriniz yerinde mi duruyor? Her şeyi alan biz mi olduk? Duygularımız, kalbimiz, ruhunuz nerede? Şayet bu saydıklarım bizim elimizdeyse göz altlarımıza mor rengi kim sürdü? Hepimiz mi makyaj yapıyoruz? Bu kırışık suratların sebebi ne o zaman? Arkadaşlar hiçbirimizin mi yok botoks yaptıracak parası? Cevap verin hemen bana!" diye bağırdım ve oturdum yerime. İbrahim Abi çayı bekleyen kişiye götürdü. Yan masadaki kadın sigara yaktı. Kedi kalkıp gitti. Hayat yine devam etti yüzlerin şekilleri bozulmadan. Bende hesabı isteyip kalktım masadan. Ne yapsaydım başka?

...

Salı, Ağustos 18

Var Mı Senin Bir Fikrin?

                                                                                                                  Babako'nun Anısına



Neden böyle oldu inan fikrim yok
şakaklarıma isabet eden Neşet Ertaş türküleri
kursağımda işlenen cinayetler
ne tarafa dönsem kıyamet
bir uğultu resitali içimde
ne tarafa dönsem aklıma düşüyorsun
Hiroşimayı bitkisiz bırakırcasına düşüyorsun
Çin Halk Cumhuriyeti'nden ithal diz bağlarım
dokunsan kopacak
attığım adımlar Made İn China
üretim zaafiyeti var içimde
gelir/gider dengem bozuk
bak yine çalıyor Neşet Ertaş
sen kaşlarını çatmıştın ya bir kere
o günden beri çalıyor işte

Neden böyle oldu inan fikrim yok
hayatımda hiç Aristo ve Platon okumadım
retoriğim bozuk, devletim kırılgan
taş üstüne taş koysam
dünya vuracak sillesini baştan
"deprem bölgesi burası
fay hatlarında yaşanmaz aşk!" diyecek
"sürgündür dünya hayatı evladım" demişti dedem
neyim varsa sürdün bozkırlara
oturduk senden konuştuk
bak yine çalıyor Neşet Ertaş
sen fermanı verip okuttun ya tellallara
o günden beri çalıyor işte

Neden böyle oldu inan fikrim yok
sınırların az ötesinde Şaman yakarışları başladı
aklıma saçların düşüyor beklenmedik rüzgarlarda
gece gürzünü indiriyor gözlerime
celladının elinde hayallerim
versen işareti "Bitir!" desen
vursa postalını tabureye bir hamlede
çaylar intikamımı almaz mı Taksim'de?
bak yine çalıyor Neşet Ertaş
"altın bir madalyon gibi taşınmalı vicdan" demiştin ya
o günden beri çalıyor işte
Neden böyle oldu inan fikrim yok
ölülerin konuştuğuna bir kez olsun şahit olmadım
ama bu coğrafyadaki ölümler bir süredir bizden bahsediyor
John Fante zamansız ölmüştü
senin için de Karl Marks
zaman zamansız kovalıyor zamanı
sen her şeyi bildin de şunu unuttun
ben senin doğduğun şehirde

Neşet Ertaş'ın öldüğünü öğrendim!

Cumartesi, Temmuz 4

Of Nalan Of!

Öyle işte. Uyandığımda saat 10'u çoktan geçmiş 11'in elini tutuyordu. Tavana baktım, nefret kustu. Saate tekrar baktım, bir zenginin fakire baktığı gibi güldü. Yastık bile o an kaskatı kesildi. Kalktım. Can dostumu elime aldım ve yaktım bir tane. Camdan yansımamı görünce "Benim yolum yol değil, bu dünya da cennet değil!" dedim ve bir süre ayaklarıma baktım. Dost başa, düşman ayağa bakarmış ya, kendime düşman kesilmiştim. Aslında saatlerin bir önemi yok. Akrepin yelkovanı geçmesinin, yelkovanın tekrar akrepi geçmesinin de bir önemi yok. Aslında bu hayatta hiçbir şeyin önemi yok. Belki de şuandan sonra yok. Kim bilir?

Saat 10'u geçip, 11'in elinden tutmasaydı ve ben zamanında kalkmış olsaydım, belki şu saçma dünyanın, sigortalı bir bireyi olacaktım. Öyle ya, bu dünyada, varlığının, duruşunun, düşüncenin, hislerinin hiç ama hiç bir önemi yok. Çünkü sigortan yok. Çünkü paran yok. Çünkü sen yoksun! 

Kurulu düzenin, tam teşekküllü adamları takım elbiselerini giymiş, utanmadan kravatlarını bağlamış Küba'nın sıcak bacaklarında sarılmış purolarını içerken yumruklarını karın boşluğuma, böbreklerime ve karaciğerime doğru bir bir indiriyor, benim aciz gardım ise ucuz sigarasını yakma telaşında süzülüyordu sendeleyerek sokağın sonuna doğru. Bu sokağın sonu, sahilin başına çıkıyordu. Keşke çıkmasaydı. Sahile doğru adım attığımda, dünya başıma yıkılmış ve ben enkazın altında kalmıştım. Beni ne AKUT kurtarabilirdi, ne de acil yardım gönderecek Avrupa Birliği'nin sivil toplum kuruluşları. O karın boşluğuma, böbreğime ve karaciğerime yumruklar savuran kurulu düzenin iğrenç kravatlıları, Nalan'ın bana, ciğerimin ta orta yerine, kalbimin kapakçıklarına attığı yumruktan, sıktığı kurşundan daha fazlasını yapabilir miydi?

Gözlerim gördüğü manzara karşısında feryat ediyordu da kapatamıyordu beyin. Vücudumun bütün organları kaosun ortasında kalmış ne yapacağını bilemiyordu. O anda hala biraz gücü olan ayaklarım olimpiyatlarda ülkelerini destekleyen atletlere lanetler okuyarak öyle bir depar attı ki, kendimi sahilin en kimsesiz yerinde buldum. 

Oturdum ve "Yaşamamak için ne güzel bir dünya Nalan! Gel yaşamayalım! Ellerini tuttuğun adamın gülüşünde mi yaşam? Kucaklıyor musun hayatı onunla! Sana yeminler olsun Nalan, güneşin kalbine sokacağım bıçağı, akıtacağım şu gördüğün denize. Sokacağım bıçağı güneşin kalbine! Akıtacağım geceyi yeryüzüne! 

Felaket, içinde bulunduğumuz koşulların adı değil mi Nalan? Sen benim doğal felaketimsin! Beynimi erozyonlara sürdün, gözlerimde seller oluşturdun! Kalbim ne bilsin kurduğu şehrin fay hattının tam ortasında olduğunu! Saçların, gözlerin, ellerin... Hepsi birer katil. Ayrı ayrı hepsi katil! Faili de sensin, azmettiricisi de! Faili meçhul bir aşk değil bu. Fikirtepe'deki faili meçhul cinayetler kadar esrarengiz de değil Nalan! Her şey bütün çıplaklığıyla ortada. Artık yürüdüğün yol biliyor, baktığın gemi biliyor, bindiğin otobüs bile biliyor senin bir katil, benim bir ceset olduğumu! 

Sabah kalktığımda kendime 'benim yolum yol değil, bu dünya cennet değil!' dedim Nalan! Sen cennet olmayan bu dünyada cehennemi bile yaşatmadın bana! Gayrı yaşam senin olsun. Cennette senin, cehennem de!" diye haykırdım kıyıyı okşayan dalgalara. Biraz martılara, biraz da taşlara.

Artık saatin neyi geçip geçmediğinin hiçbir önemi yok. Ben benden geçmişken, neyin neyi geçtiğinin var mı önemi? Hayat, tuhaf bir şey, kereviz, enginar kadar. 

Öyle işte.
...

Perşembe, Nisan 16

Babamla Camiye Gittim ve Sevdiğimden Ayrıldım!



"Elimden bir şey gelmiyor inan" dedi sigarasını küllüğe basarken Asım. "Moralini sanayiye götürme zamanı gelmiş" dedi dostu sigarasını yakarken. Derin bir nefes çektikten sonra, film sahnelerinden kopma bir edayla "Boş ver!" dedi. "Bana biraz boş verir misin? Söz ödeyeceğim" dedi Asım ve masadan kalktı.

Sahile doğru yürümeye koyuldular. Asım ne hayatı anlayabiliyordu, ne de anlatabiliyordu. Bir süre sessizce yürüdüler. Neden sonra Mehmet dayanamayıp, "Ne oldu be kardeşim? Anlat işte. Ben sana hayatı anlat demiyorum. Anlatsan da dinlemem zaten. Değişmeyen şeyleri konuşmaktan, dinlemekten bende bıktım. Haydi!" dedi. "Hayır kazanamayız, kazanmamız mümkün değil. Bir an için kazanacağımızı sanmıştık ama olmadı. Olmasın. Herkes bilir bunu, sigaranın farkına varmak, uyumaktan, yemekten ve aşktan çok daha önemlidir." dedi Asım ve bir sigara yaktı.

"Biliyorum ki kazanamayız, doğru davransak da, koşsak da, hiçbir şey yapmadan tam olarak burada, şu ne olduğu belirsiz ağacın altında dursak da kazanamayız. Başkaları kazanacak. Biliyorum. İşte bu yüzden başkaları orada ve biz buradayız." dedi gülerek Mehmet.

Kıçlarını rahatsız etmeyecek kayayı seçip oturdular. "Hadi başla artık!" dedi Mehmet. Asım daha fazla arkadaşının sinirlerini germek istemedi ve başladı konuşmaya.

-Biliyorsun çok sevmiştim. Seviyorum. Belki seveceğim de ona henüz karar veremedim.
-Kimi? Nalan'ı mı?
-Evet!
-Ee? Ne oldu? Belli ki bitmiş.

Asım cebinden suyunu çıkarıp bir nefeste hepsini bitirdi. Ağzını koluyla silip:

"Bir ikindi vakti,
Kuşlar raks ederken semada 
Telefonu eline alıp sakın beni arama
Bilmelisin ki sevgilim,
Çağrına cevap vermeyecek değilim
Ama babamla camiideyim" dedi.

Hafif şaşırmış olan Mehmet "Bu neydi şimdi? Şiir mi?" diye gülerek sordu. Asım elindeki taşı denize fırlattı ve "Nalan'a yazdım bunu. Son yazdığım da bu oldu zaten. Sonrası malum. Ayrılık. Ah be abi ben en son Hagi futbolu bıraktığında bu kadar üzülmüştüm." dedi. Bu sözler üzerine derin bir kahkaha patlattı Mehmet. Gülerek neden böyle bir mesaj attığını sordu. Sonra tekrar güldü. Ellerini saçlarına götüren Asım "Aramız zaten bozuktu. İlişkimiz, yolunda gitmiyordu. Aslında gittiği bir yol da yoktu. Arabayı kenara çekmiş duruyorduk. Etraftan geçenlere bakıp imreniyorduk. Zaten biz kendi hayatlarımız dışında her şeye imreniyorduk. Neyse, babamla dışarı çıktık bir şeyler bakmak için. Sonra gidip birer çay içtik caminin yanındaki çay ocağında. Tam o sırada ezan başladı. Babam ayaklandı. E haliyle bende. Peşinden gittim ve cemaatin arasına karıştım. Tam bu sırada, hoca Allahu Ekber dediği anda, telefonum çaldı. Selamı verince baktım ki Nalanmış. Ben de o şiiri mesaj olarak yazdım. Latife yapayım dedim. O da sana mutluluklar artık beni arama dedi. Ve sonrası malum işte."diye anlattı üzülerek. Elleriyle yüzünü kapatan Mehmet, kardeşim çok üzüldüm derken gülmemek için kendini zor tutuyordu. "Abi böyle bir şey var mı ya? Kaç insan camide terk edilmiş? Anlamıyorum. İşte bu yüzden ne hayatı anlıyorum, ne de anlatabiliyorum!" diye bağırdı Asım. Mehmet gülme seanslarına ara verip, "Ah be kardeşim, keşke kapatsaydın telefonu camiye girerken. Cemaatin de namazını sıkıntıya sokmuşsundur şimdi. Allah günah yazmamıştır umarım." dedi gülerek. Asım, bu sözlerden hiç hoşlanmamıştı. Kaşlarını çatıp sert bir bakış fırlattı. Ortamı yumuşatmak adına söylediği sözlerin, aksine daha gerilmeye yol açtığını gören Mehmet, "Boş ver kardeşim. Her şey girer yoluna. Üzülme. Gitme, eyleminin içinde koca bir vahşet, soykırım var. Nalan'ın elleri kanlı artık. Bu cinayet faili belli. Sen yoluna bak. Hem söyle hadi, kim bu dünyayı kuşatabilecek? Kim gökyüzünün temellerini yerinden oynatabilecek kim?! Nalan mı? Sizin aşkınız mı?! Boş ver!" dedi Asım'ın sert bir şekilde.

"Haklısın. Boş verelim hayatı, elemi, kederi, derdi. Boş verelim! Sigara içelim" dedi Asım ayağa kalkarak." Mehmet'te kalktı ayağa. Birer sigara yaktılar ve "Kokuşmuş olan bizler değil, hayatın tam da kendisidir!" diye haykırdılar.

...

Cumartesi, Şubat 21

Gör Beni Yine, Yeniden


Bugün O beni gördü, ben de O'nu
gözlerimizin içine aktık usulca
sonra bir sigara yaktık
O bana güldü, ben de O'na
Arnavut kaldırımlarında yürümeye koyulduk.
Ben şarkı söyledim, O dinledi.
Oturduk,
karnımıza saplanan bıçakları çıkardık
ağzımızıdaki dikişleri söktük
O konuştu, ben dinledim.
Kapattık zihinlerimizi birbirimize
çay söyledik
O iki şeker attı, ben ona baktım
karıştırdı kafamı hızlıca
ben girdabında kayboldum
O sigara yaktı
"Çok içiyorsun" dedim
"Sus!" dedi, "Yak!"
Ben sigara yaktım
O bana baktı
dumanlarımızı birleştirdik gökyüzünde
el ele tutuşturduk, sarmaş dolaş oldular
uzandık,
gözlerimizi kilitledik ufka
ben onda kayboldum, O bende
yok olurken var olduk yavaşça
bir İstanbul masalında kahraman olduk,
O bana aşık oldu, ben O'na maşuk!

Perşembe, Şubat 19

Madam Dans?



Eve geldiğinde, kadın sigarasını yakmış kitap okuyordu. Selam verip içeri girdi Andre. Montunu çıkarıp yatağa attı. Odası, 2. Dünya Harbi'nde yerle bir olmuş Alman kasabalarını andırıyordu. Düzen, tertip ve bunun gibi bir çok kavram, öylesine soyuttu ki, ne o anlatabilirdi, ne gören, ne duyan. Cebinden bir sigara çıkarıp yaktı ve yatağa oturdu.

Kadın koltuğa uzanmış, zihninin derinliklerinde serkeş fiyakalara küfürler etmeye başladığı sırada, Andre içeri girdi. Karşısına oturdu ve selam verdi. Kadın doğruldu. Bir sigara aldı. Gözleriyle çakmağı aradı. Bulamadı. Andre sigarasını uzattı. Dumanlar, Kudüs'ü fetheden Eyyübi'nin orduları gibi dört bir yandan odaya hücum etti. Her nefeste, bir zafer, her verişte bir fetih yaşandı odada. Gol sonrası Arjantin taraftarlarının tribünlerden aşağı yığılışı resmedildi etrafta. Perdeler, püskülleriyle kur yaptı.

Neden sonra kadın Andre'ye "Güzel bir şarkı aç." dedi. Bu emir karşısında şaşıran Andre neden dermişcesine kadının gözlerine baktı.

-Kalkıp güzel bir şarkı aç Andre. Dans edeceğiz.
-Dans mı?
-Evet. Hadi!
-Güzel bir şarkı açabilirim ama dans noktasında aynı güzelliği sana sunamayabilirim. Emin misin?
-Evet eminim. Hadi bende çok iyi dans ettiğimi düşünmüyorum. Kim var burada senden, benden ve şu solmaya yüz tutmuş çiçeklerden başka. Hadi!

Andre sigarasını söndürüp, bilgisayarın başına geçti. Kısa bir süre düşündükten sonra, hayatının en büyük riskini alıp Johannes Brahms'tan  bir parça açtı. Kadına doğru gelip elini uzattı. "Madam lütfen" dedi. "Hay hay efendim" dedi kadın ve ayağa kalktı. Andre ne yapacağını bilmeden kadının belini kavradı. Hafif sağa, hafif sola. Biraz ileri, biraz geri. "Şarkı hızlanmasın lütfen" dedi içinden. Sağ adım ileri, sol adım geri. Kadın gülmeye başladı ve "Ne yapıyoruz, Vals mi yoksa başkaldırı tangosu mu? Ne yapıyoruz bilmiyorum ama, güzel yapıyoruz." dedi.

Şarkı bittiğinde Andre güveni yerine gelmiş olacak ki, "Bir şarkı daha açıp devam mı etsek acaba" dedi ve kendini koltuğa attı. "Beklediğim kadar aptalca dans etmedik ha. Ne dersin?" dedi kadın.

Birer sigara yakıp, 3 dakikalık danslarını taçlandırdılar. Gözlerinin içlerine bakıp konuşmadılar bir süre. Hatta uzun süre konuşmadılar. "Keşke kötü dans eden bir ikili olsaydık. Farklılık her zaman tahrik eder, bilirsin." dedi Andre. "Keşke berbat dans eden bir ikili olsaydık. Dansımızı dünyaya sunar, satar yolumuzu bulurduk. Kapitalist düzen ya hani, üret, tüket, kazan ya da kazanma. Ya da mahvol ya da yok ol. Beter ol. Bitap ol. Ne olursan ol." dedi kadın ve gülümsedi. Andre'de gülümsedi. Aptal perde havalandı, susuz kalmış çiçekler canladı, Sibirya'da güneş açtı, dolar yükseldi, euro düştü, piyasalar altüst oldu ve daha bir sürü şey. Çünkü kadın güldü, Andre güldü. Çünkü kokuşmuş olan onlar değil, dünyanın ta kendisiydi. Ve Kadın biraz daha güldü ve Andre'de.

...