Pazartesi, Ağustos 13

Birinci Yılımı/Yılımızı Kutluyorum/Kutluyoruz


Blog dünyasının güzide masasına yumruğumu vuralı tam bir yıl olmuş. Farkında bile değilim. İftarda midemizi rahatlatsın diye hızla içilen çorbalar gibi akıp geçmiş zaman. "Neyim" yazısı ile başladığım bu saçma serüveni, yine bu saçma yazıyla devam ettirip taçlandırıyorum. Bu arada belirli aralıklarla ilk yazımı hatırlayıp, neyim ki acaba diye düşündüğüm olmuyor değil. O an ki ruh halim neyse, o oluyorum. -Şampiyon, kiralık katil, şapşal, melankolik, sigarakolik, kolik- 

Neyse, aslına bakarsak bir yıl içerisinde çok fazla bir değişiklik olmadı. Gazetelerin 3. sayfalarında hala kadınlar ölüyor, çocuklar şiddet görüyor, kazalar bir önceki yıla oranla daha fazla ölü armağan ediyor. Şehit haberleri tam gaz devam ediyor, bir annenin gözünün yaşı kurumadan, diğer annenin gözyaşı başlıyor. Babalar, hala başı dik bir şekilde vatan sağolsun diyor. Bu arada bıçak kemiğe dayandı merak etmeyin! Amerika ah Amerika kendisini unutturmuyor, kahpe İsrail masum Filistinlileri evinden, yurdundan, canından ediyor. Kanlı iftar sofrasına Arakan halkı da dahil ediliyor. Savaş her zaman ki kadınlar, çocuklar ve yaşlılar arasında geçiyor. Hani her yılbaşında umut edilen barış, adalet, huzur, özgürlük gibi evrensel temenniler vardır. O yıllar kana boğularak öldü ve bize barışın, huzurun, sevginin, adaletin moleküllerini armağan etti. Bu yılda diğer yılların izinden gitmekte... Tamam tamam haklısınız çok karamsar yazıyorum. Abi işte o eğlenceli, esprili günleri buraya yazmak, yaşadığın andaki tadı vermiyor. Sende iyi bilirsin zaten. Neyse. İndir lan elini!

Bende pek değişmedim. Fırsatım olsaydı değişirdim herhalde bilmiyorum. Aslında "tamam lan gel ne istersen o ol!" deseler martı olmak isterdim. Dert yok, tasa yok. Denizde balık, vapurda simit. Birde sigara yakarsam tam olur işte! Ya da bir gün Mali'yle, Ağabeyime "Hişş! la ben ekmek almaya gidiyom" deyip İrlanda'ya gidesim var. 

Küçükken kış gecelerinde yataktan kalkar, kar yağmış mı diye bakardım. Yağıyorsa hele de yerler beyazlamışsa bütün dünyanın tapusunu almış gibi sevinirdim. O kadar sevinirdim ki yere düşen her taneyi çocuğum gibi benimserdim. Bembeyaz yolu, tekerlekleriyle yarıp geçen arabalara çok kızardım. Ben küfüre o zamanlar başladım işte. Hala da ediyorum. 

Anlatılacak çok şey var aslında. O kadar fazla şey oldu iyi, kötü, çok iyi, çok kötü... Uzar gider. O yüzden sevgili dostlar, canınızı yirim. Ölmediğim sürece yine böyle saçma yıldönümlerini kutlar içimizden küfürler yağdırırız şemsiyesini almayanlara. Beni unutma fikriniz bile, bana kavuşma umudu bağlasın içinizde. Severim sizi!


Adı: Manu. Canınızı sıkan olursa arayın!

Pazartesi, Ağustos 6

BELKİ BAŞKA BAHARA AZİZİM!


Aziz, şehrin en sıkı caddesinde dolaşırken, birden duraksadı. Sigarasından derin bi nefes alıp, gökyüzüne bakmak istedi. Slowmotion olarak kaldırdığı kafasını, gökyüzüyle birleştirdiğinde binalar arasında birbirine kur yapan kırlangıçlar değil, reklam tabelaları dikkatini çekti. Aynı şeyi tekrar yaşamamak için gözlerini kapatıp, hızla kafasını yere eğdi. Gözünü açtığında, "7 günde kekemeliğe son" broşörünü gördüğünde dilini koparıp, çorba yapmak istedi. İçinden keşke Meksikalı silah kaçakçısı Javi Martinez o küçük ama etkili Seecamp LWS 25 silahıyla ensemden alnıma doğru yeni bir hava deliği açsa. Bundan daha çok zevk alırdım, dedi ve sigaradan derin bir nefes daha aldı.

Aziz, İstanbul Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi'nde Kamu Yönetimi bitirmiş, boş gezenenin boş kalfası olarak hayata atılmıştı. Hayat onun için çoğu zaman Çin Lokantasında bol acılı lahmacun söyleyen şapşal müşteriyi andırıyordu. Binlerce insan ve binlerce insanın sunduğu yalnızlığı hakkıyla bünyesinde barındırmış vaziyette evine dönmek için İstanbul Kart'ını doldurup otobüse bindi. 23 dakika süren yolculuğunda beynindeki düşünce savaşları yüzünden çok yorulmuştu. Eve girdiğinde yaşlanmaya çıkma teklifi etmiş annesine selam verip direk yatağa atladı.

Ertesi gün, uyandırma servisi olan kornalar eşliğinde yatağından kalkıp, kahvaltı masasına geçti. Annesine dönerek, "Söyler misin anne bizi bir araya getirmek için kurulan şehirler bizi fazlasıyla yalnızlaştırmadı mı? Kafamı çevirdiğim her yer bana tüketmemi, tüketmemi ve tüketmemi söylüyor. Sence benim buna hakkım var mı? Söyler misin benim buna yetecek param var mı?, dedi ve çayına iki şeker atıp karıştırdı. Çayından bir yudum çektikten sonra annesine Sao Paoulo'ya gideceğini söyledi. Annesi, "Oğlum senin tüketmeye paran olmadığı gibi, Sao Paoulo'ya gidecek paran da yok. Bunu kendin söyledin. Hadi böreğin soğumadan ye." dedi.

Annesinin gerçekleri yüzüne beklemediği şekilde savurmasının şaşkınlığıyla sigarasını alıp odasına çıktı. Murat Yılmazyıldırım'ın "Kabir ve Gül" adlı şarkısını açıp, sigarasını yaktı. Eski sevgilisi geldi aklına. Ama hangi sevgilisi olduğunu hatırlamayadı. Kendisini gözleri bozuk, göz doktoraları gibi hissediyordu.

Kahvaltısına devam eden annesinin yanına gidip, "Sao Paoulo'ya niçin gideceğimi sormadın" dedi. Zeytin çekirdeğini tabağına koyan annesi, "Niçin?" dedi.  "Sao Paoulo Belediye Başkanı Gilberto Kassap, şehirdeki billboard'ları, posterleri, afişleri, otobüs duraklarındaki reklamları 'Temiz Şehir Kanunu' adı altında kaldırmış. Ben Kamu Yönetimi bitirmiş bir adamım. Gidip beni işe almasını isteyeceğim. İşte bu yüzden Sao Paoulo anne." dedi. Annesi, " Oğlum seni burada işe girmeni sağlayacak bir dayımız yokken, Brezilya'lı bir dayıyı nereden bulacağız söyler misin? Hadi gidip KPSS'ye hazırlanmaya devam et. Kazanırsan belki sende onun gibi sıradışı bir yönetici olabilirsin. Hem bunun için şehirdeki reklamları kaldırmana gerek yok. Kaldırımları düzeltsen yeter." dedi ve bir zeytin daha ağzına götürdü.

...