Pazartesi, Kasım 28

Son Uçuş


Seni çok özledim bebeğim çok! Bu gidiş, yok oluş diğer yok oluşlarından daha acı bir yok oluş oldu. Sensiz hiçbir şeyin tadının çıkmadığını sende çok iyi biliyorsun.

Biliyosun sende "keşkelerle" yaşadığımı. Aklıma geldiğin her an "ah ulan keşke..." diye cümlelere başladığımı. Bu cümlelerin her bittiğinde benimde en az cümlelerin söylenme hızına eşdeğer bir şekilde bittiğimi..

Hani "Unutmak Özgürlüktür" diyorduk birbirimize n'oldu? Sence ben ne kadar özgürüm? Zihnimin zirvesinde kurulmuş, otururken ben ne kadar özgür olabilirim bebeğim söyler misin?

Her şeyi anlamak zorunda değiliz. Kaç yaşında olduğunu anlamak için kesilir mi bir ağaç? Bir dalgıç nasıl siler gözyaşlarını? Kederli günlerde bağlanmaya daha açık oluyor insan..

Seninle geçirdiğim zamanın tadını bir kez daha yaşatabilecek biri var mı sence? Ya da beni senden sıyırıp özgürletirecek?

Bazen bunları hikaye gibi düşünmek istiyorum. Beğenmediğim yerleri çıkarıp, yerine hoşuma gidecek şeyler koyabilirdim en azından...

O geceyi hatırlıyorum bebeğim. Nasıl havalandığını, süzüldüğünü hatırlıyorum. Seni görenlerin nasılda gülümseyip iç geçirdiklerini hatırlıyorum. O gece seni kaybedişimi, yok oluşunu da hatırlıyorum... Duvarlara çarpışını ve 20 metreden yere çakılışını ve sen düşerken ki bağırışımı hatırlıyorum. 2 saniyeyle elimden kayıp gittiğini hatırlıyorum...

Evet biliyorum vitrinlerde senin gibi binlercesi var. Ama hiçbiri senin kadar güzel uçmayacak. Hiçbirinin pervanesinden çıkan ses dünyanın en güzel ezgilerinden bile daha rahatlatıcı ve aklı başından alıcı olmayacak. Hiçbir tanesi bana senin yaşattığın duyguları yaşatmayacak. Sen oyuncaklarımın dibiydin bebeğim. Sen kırık kanadın, parçalanmış gövdenle masamda kalmaya devam edeceksin ve ben sayende böyle saçma şeyler yapacağım ve insanlar beni ipsiz sapsız biri olarak görecek ve en güzeli de ben seni hala seviyor olacağım.
 
Burda yağmur yağıyor, sen göremiyorsun ve ben seni seviyorum,
Burda kar yağıyor, sen göremiyorsun ve ben seni seviyorum,
Burda güneş açıyor, sen göremiyorsun ve ben seni seviyorum,
Burası bir hapishane ve ben hala seni seviyorum...

NOT: Bu yazıyı bir kadına değil, kırılan oyuncak helikopterime yazdım. Emin olun bi' kadından daha değerliydi benim için.

Salı, Kasım 1

Düğümlendi Boğazıma İstanbul

Bahariye caddesi boyunca yürüyüp diğer günlerin sislerini atmak istedim üzerimden. Diğer caddelere nazaran, daha temiz olan bu caddede salına salına giden tramvayı gördüm. Konya'yı anımsattı bana. 4 yılımı verdiğim tramvayı hatırladım. Eda -kadim dostum güzel insan- ile organize çalışıp önümüzde oturan güzel saçlı piliçleri rahatsız edişimizi hatırladım ve Eda indikten sonraki sakinliğimi ve uykularımı.

Bahariye'den iskeleye doğru yürürken İstanbul'un adilik kokan,soğuk, hızlı, umursamaz yaşantısını damarlarıma kadar hissettim. Orhan Veli'nin "İstanbul Türküsü" şiiri geldi aklıma birden. Hani şu "İstanbul'da Boğaziçi'nde Bir fakir Orhan Veliyim, Eli'nin oğluyum,Tarifsiz kederler içinde. Rumeli Hisarı'na oturmuşum; Oturmuşta bir türkü tutturmuşum:" diye devam eden şiiri. Bunu kendime uyarlayıp, Orhan Veli kısmını değiştirip Süleyman Mete'yi koydum soğuk suratlara sıcak tebessümler fırlatarak.

Işıklar da bekledim saniyelerce, İş Bankası kuyruğuna girdim dakilalarca, ucuz döner için sıra bekledim vapurdaki çay-simit faslını unutarak... 

Narin ve aç kalmaya dayanamaz midem dolup, içimde gülümserken diğer organlarıma, bende vapurda oturmuş hafızamı sorgulamaya başlamıştım çay-simit faslının unutulmuşluğuna sitemle. Bir anda patlayıverdim kendime: "Unutmak özgürlüktür yaprağım" diye. Kıs kıs güldüm bi başıma, ruh hastası dengesizler gibi.

Vapurda yer ararken kendime, çantalarının ve ayakkabılarının varımdan yoğumdan daha değerli kadınları gördüm. Bende en az onların bana baktığı gibi nefretle baktım.Vapurun arka kısmına geçmiştim, motorun gücüyle oluşan beyaz kabarcıkları izlemek için. Kafımı kaldırıp etrafıma baktım şöyle. Hani bir eleştirmen Da Vinci'nin eserine nasıl bakıyorsa, bende öyle baktım İstanbul'a... Büyük, gösterişli beton yığınlarının, gökyüzünü delerken, hiç ulaşamayacağı İstanbul'un tarihi havasını gölgelediğini gördüm. İçimden ana avrat, toz duman kaymak istedim. Belki de yapmışımdır kim bilir! Tamam bir eleştirmen gibi bakamadım ama denedim dostum bilirsin işte.

Bir insan İstanbul'da ise ve yalnızsa hele de vapurdaysa muhakkak bir şeyler düşünür.  Sevgilisini, annesini, arkadaşını... her neyse işte. Birden haykırasım geldi "İstanbul, bana bir parçanı ver! İstanbul, sokaklarını aşındıran eski ayakkabılarımla nasıl geldiysem sana, sende bana öyle gel, sevdim seni  güzel şehir, ne kadar adi olsan da, yaşanmaz olsan da sevdim seni be!" diye. Yapamadım, haykıramadım. Düşüncelerim, hareket bulacağı sırada, boğazımda düğümleniverdi. İçimde patladı. Ama olsun be düşüncesini sevdim. İçimde patlamasını sevdim. Sevdim!

Vapurdan indikten sonra, sırasıyla Beşiktaş, Beyoğlu, Eminönü, Sirkeci semalarında dolaştım evime dönmeden. Gün, kalabalık, samimiyetsizlik, kargaşa, hızlı yürüyen ama yavaş düşünen beyinler... yatağa yattımda birden oluşuverdi kimine göre bu kibir kokan düşüncelerim.

O gün bana yemek ve kola gibi geldi İstanbul. Hani olur ya yemeği büyük bir iştahla yerken ve kolanı büyük bir zevkle yudumlarken, kola yemeğin önüne geçer de tıkar seni. Yemekten de, içmekten de geri çekersin kendini. İstanbul'da benim için böyle oldu. İştahlıydım ama çabuk tıkandım. Belki hayatımda öyledir kim bilir!

Cumartesi, Ekim 15

Hayal Meyal Ne Bileyim Ben


Yine hayallerle başladım klavyemin tuşlarına hunharca vurmaya. Dinlediğim müzikde daha bir sertleştiriyor beni. Sigaramdan çıkan dumanda tetikliyor hani. Yağmurun yağışı da bir umutlandırıyor...

Yola Dream Theater'in "Pull Me Under" şarkısıyla çıkmak istiyorum çantamı alarak. Nepal'e kadar koşmak istiyorum durmaksızın. Yol üzerindeki Afganistan'da mola verip kafamı güzelleştirmek istiyorum. Nepal'e vardığımda Himalayalara bakıp neskafemi alıp, sigaramı yakarak derin bir ohh çekmek, sigaramı her çekişimde beynimde ki rahatsızlık verici şeyleri Himalayalara doğru ulaşılması zor yerlere bırakmak istiyorum. O temiz havayı damarlarıma kadar çekip, sıfırdan bir beden ve bir hayat istiyorum kentlerin pis, kalabalık, adilik kokan havasına nispeten. Milyonlarca kişinin arasında kendimi yalnız hissetmek yerine, kimsenin olmadığı yerde, tüm güzelliklere sahip olduğumu hissetmek istiyorum. Yatağa yattığımda dünün, bugünün ya da yarının sıkıntılarıyla beynimi kemirmek yerine, boş ama sağlam bir kafayla Himalayalara karşı amuda kalkmak istiyorum.Belki de 3-5 parande neden olmasın! Rezillik duygusunu tatmadan kendi kendime özgüven patlaması yaşamak istiyorum. Saçlarımı ayak parmak uçlarıma kadan uzatmak istiyorum. Kış olduğunda kardanadam yapıp birlikte sigara içip dertleşmek istiyorum. Kendi hayat hikayesini erirken yazmak istiyorum. Eriyen dostlukların acısını hissederek.

Baskısız, dayatmasız, sınıfsız, sorunsuz... bir yaşam istiyorum. Biliyorum, çok şey istiyorum ama istiyorum işte. İsterim de. Kimsede bana neden istiyorsun diyemez!

"Bir gün, dört çocuğumun da derilerinin rengi ile değil de kişilikleri ile yargılanacağı bir ülkede yaşayacaklarına dair bir hayalim var."JR. Martin Luther King'in hayalide buydu. " Çok güzel bir kadın istiyorum. Tüm isteklerimi yerine getirecek" Talat'ın hayalide buydu. "Şu emekliliğim gelsin, bir ev alıp keyif sürecem yetti artık!" diyen Hakkı Amca'nın hayalide buydu. Bunun gibi milyonlarca kurulmuş ve olması beklenilen hayal vardır. Benimkiler de böyle işte ne bileyim.

Perşembe, Ekim 6

Dans Et Şampiyon




“Dans et şampiyon, kimsesizler yurdundaki yalnız çocuklar için dans et. Çocuklar için salla yumruklarını.
Kiralarını ödeyemeyen işsizler için dans et. Şu alçağın işini bitir!
Meyhanedeki ayyaşlar için dans et şampiyon, kanserden ölen yoksul hastalar için, kefaletleri ödenmeyen sefil mahkumlar için, herkesin terkettiği eroinmanlar için, kocaları olmayan gencecik hamile kızlar için. Dans et şampiyon, savaş onlar için!
Şu aşağılık herifin işini bitir, çenelerini dağıt hepsinin. Düşkünler yurdundaki zavallılar için, emeklilik maaşı alamayan yaşlılar için, pis bir sokakta müşteri bekleyen yaşlı ve yorgun fahişeler için…
Meyhanelerde oturmuş demlenen bütün yalnız kalpler için, bilardo salonlarındaki yalnızlar için, sokak köşelerindeki yalnızlar için. Dans et şampiyon, savaş onlar için!
Temizlik işçileri için salla yumruklarını; hava limanlarında, otobüs duraklarında, benzin istasyonlarında yerleri süpüren küçük insanlar için. Savaş onlar için şampiyon. Otellerde yatakları yapıp tuvaletleri temizleyen küçük odacı kızlar için dersini ver şu aşağılık herifin!
Seni kurtaranlar senatör değildi, vali değildi, başkan değildi. Sokaktaki insanlar kurtardı seni. Şimdi sokaklar adına savaş, hadi evlat, işini bitir şu aşağılık herifin!
Bu ring ikinize fazla. Hadi bitir işini, suratını paramparça et. Yoksullar adına şampiyon, yoksullar adına!
Hadi yavrum salla yumruklarını! Muhammet Ali’yi hiçkimse yenemez, hiçkimse. Sadece Cassius Clay yenebilir ama o da bu akşam aramızda değil.
Dans et şampiyon, hadi oğlum dans et!”

Norman Baba'dan Bir İnci Tanesi


Norman Mailer - Sert Erkekler Dans Etmez

SERT ERKEKLER DANS ETMEZ

Sert erkekler dans etmez, mecbur kaldıklarında bile ve kimse onları bir şeyi yapmaya mecbur bırakamaz. Savaşa kendi isteğimle gitmiştim, yine kendi isteğimle edebiyat yerine uzay mühendisliği okudum. Hepsini ben seçtim, zorlamalara gelemem.
Utangaçlığın yanından bile geçmem, girişkenim, risk almaya bayılırım, sözümü asla esirgemem, fevrilikle suçlarlar beni, inkar edemem sert ve maço biriyim. Bu hoşuma gidiyor çünkü ben seçiyorum.
Hata yapmaktan korkmam, cesur ve zeki bir adamın kısık sesli eleştirilere kulak asmaması gerektiğine inanırım. Bir tepki, eleştiri alev topu gibi olmalı, yumruk ya yıkmalı yada hiç olmamalı, çakmak cebini doldurmayacak yergilere pey vermem.
Bildiklerini ve inandıklarını bağıra çağıra haykırmalı insan, dışlanmaktan ve hor görülmekten çekinmemeli, benim gibi fırça atabilmeli bazen, bir ağız dolusu lafı bir çırpıda ama çokça düşünerek kılıç gibi savurmalı.

Savaşmayı da sevişmeyi de severdim. 1943’te Filipinler’de Amerikan Ordusunda görev yapıyordum. Savaşın ne onulmaz yaralar açabildiğini bizzat gördüm. Sıcak çarpışmalara çok katıldığımı söyleyemem, aşçılık yapıyordum genelde, ara sıra da silah tutuyordu elim. Öldürmeye yakındım ama bunu yapmadım. 20 yaşımdaydım, kanın kokusunu, ölüm korkusunu ve öldürme güdüsünü hiç tanımıyordum. Bir ateşle savaşa gidivermiştik. Savaşın insanoğlunun en utanılası icadı olduğu çıplak ve ölü bedenleri seyrederken anladım. Artık sadece sevişmeyi seviyorum.

Savaş sonrası bir kitap yazdım. 25 yaşındaydım. 13 askerin ölüm kalım öyküsünü anlattım. Tam 748 sayfa. Kitabı okumak yazmaktan daha zorluydu nerdeyse.
Tam bir savaş. Adı Çıplak ve Ölü’ydü, gördüğüm tüm sefil olmuş bedenler gibi…
Ve şöhret, bir anda geldi, hiç beklemezken, birden bire, insanlar bu ansiklopedi kalınlığındaki kitabı okumaktan korkmamışlardı. Çok okundu, çok sattı, savaş üzerine yazılmış romanlar arasında en iyilerden biri olarak gösterildi. Öyleydi tabi, elbette öyleydi çünkü ben yazmıştım, Norman Mailer yazmıştı. Kendimi sadece dönemimin yazarlarıyla kıyaslamam, bana yetmez, benim rakibim Dostoyevski ve Tolstoy’dur.
Zaten bana göre edebiyat rekabet dolu bir spor, ama ben bunu kabul edebilen tek kişiyim, iyi bir romanı her zaman bir yarışmacı ruhuyla okurum. Ben anlatsaydım nasıl daha iyi yazabilirdim diye düşünürüm ve bazen romanlarda beğendiğim bölümleri konuyu hiç değiştirmeden kendi cümlelerimle yazarım, sadece pratik için ve sonuç genelde daha iyi olur.

Beni kibirli olmakla itham edeceksiniz değil mi… Ama benim kibrim ortalama bir Amerikalının kendi ülkesiyle ilgili kibriyle karşılaştırıldığında hiçbir şey. Amerika’da erkekliğimizi her altı dakikada bir doğrulamamız gerekiyor. Ne kadar büyük bir ulus olduğumuzdan emin miyiz diye sürekli kendimizi kontrol halindeyiz çünkü bir parçamız bunun doğru olduğuna inanmıyor. İşimiz gücümüz kendimizi övmek ve yüceltmek. İş, adam akıllı eleştiriye, yanlışların açığa çıkarılmasına geldiğinde o gözü pek kibirli insanların sesleri balon ağzı gibi viyaklayarak büzülüyor. Hani nerde sizin kibriniz ve cesaretiniz…
Bana göre iki tip cesur adam vardır; biri doğuşunun, doğasının gereği cesur olan, diğeri ise umudunu hiç yitirmeyen, ben ikisi birdenim. Ve cesaret özgürlük aşkıyla beslenir, özgürlük ise hiçbir zaman idmansız bırakılmaya gelmez. Önce kendine vatansever diyenler kızacak sonrada feministler ama konuşma, ifade özgürlüğü penise benzer kullanmadıkça küçülür. Bu ülkede yaşayanların bir çoğu artık ya iktidarsız yada sözde ahlak bekçisi. Ama gerçek cesareti aramaya kalkma, pek bulamazsın…

İş yazmaya gelince iddialıyımdır. Hemen hemen her konuda yazabilirim. Yazı adına farklı alanlara hakimimdir. Mesela kendimi roman yazacak havada hissetmediğimde gazetecilik alanında çalışırım. Hem de o bildiğiniz yorumsuz gazeteciler gibi değil, fikrimi ve saffımı ifade ederim. Objektif bir haber ileticiliği değildir benim gazetecilikten anladığım. Haksız gördüğümü sonuna kadar eleştiririm ve doğru bildiğimin tarafında dururum. Gazetecilikten sıkılınca da romana atlarım tekrar. Bazen ikisini bir arada yaptığım da olur. Ama yinede itiraf etmem gerekirse romanlar esas ihtiraslarımdır. Bir roman yazdığınızda, yaşamda sanatsal bir manifesto peşindesiniz demektir. Hayat böyle deyip, geçebilirsiniz, Ama konu, romanın en büyük düşmanıdır. Çözümü olmayan konular çok ilgimi çeker çünkü hayat tam da böyledir.
Savaş üzerine yazdım, Tanrı üzerine de, hatta Hitler’i bile anlattım. Tanrıya inancım sonsuzdur ama dinleri kale almam. Her türlü şeyi yazabilirim. Hz. İsa’nın öyküsünü de anlattım. Şimdiye kadar en berbat anlatılan hikayelerden biridir İsa’nın hikayesi. En iyisini ancak ben yazabilirdim ve işe koyuldum. İş bitince de dediğim gibi yanılmamıştım, en iyisini ben yazdım. Kızmayın, kibir değil, özgüven…

Bir yanım vardır ki hep insanların, hayatın içinde olmak ister Whitman gibi, onlardan biri olmak, aralarına karışmak farklılık yaratmadan, diğer yanım ise her şeyden ve herkesten uzaklaşmak ister, Salinger gibi, tek ve hür olmak, sadece yazmak ister. Yıllar geçtikçe olayların gelişimine göre hangi yanımın sesini dinleyeceğimi, hangisine ne zaman eğileceğimi öğrendim.
İflah olmaz bir serseriyim, bu doğru. Ama fütursuzca serserilik yapılmasına kızarım. Her şey kendi koyduğum kuralların etrafında döner. Tartışmaya, kavgaya, gerilim yaratmaya bayılırım. Sonuca yönelik olduklarında insanların vahşi yüzünü gösterir ve doğruları ortaya çıkarır. Bir edebiyat partisinde Truman Capote’yi dövmeye kalkıştığımı söylerler hep, öylesine hırçın ve huysuzmuşum. Alakası yok, sadece zinde olup olmadığını bir yoklayayım dedim. Başka bir partide de karılarımdan birini bıçaklamıştım, istemeden oldu. Damarıma bastı, bende pek düşünmedim, önce eylem vardı sonrada sonuçları.
Sıkı içerim ve fena halde yazarım. Politikayla da çok yakından ilgilenmişimdir. New York Belediye Başkanlığına adaylığımı koymuştum. Ama seçim yarışını kazanamadım. Sonra da anladım ki, iyi, büyük bir roman yazmak ne kadar güçse, toplumu değiştirmek bin kat daha güç. Bu yüzden artık politika beni bir zamanlar olduğu kadar ilgilendirmiyor. Ateşimi, heyecanımı, ihtiraslarımı romana vermeye karar verdim.

Bir katilin hikayesini demir parmaklıklar ardından bizzat kendi ağzından öğrenerek anlattım. Romanlar yazdım, gazetecilik yaptım, oyunlar yazdım ve sahneledim, Hollywood’da senaryolar yazdım, film bile çektim. Kendimi ifade edebileceğim ve içinde yazı olan her işe bulaştım. Derdi olan ve bunu cesaretle, samimiyetle haykıran herkese destek veririm. Adına fetva çıkarılan Salman Rushdie’yi desteklemek için kurulan derneğe tam destek verdim.

Romanlarım içerdiği cinsellik sebebiyle defalarca reddedildi. Amerikan toplumunda şiddetin, histerinin, seksin ve suçun ne hale geldiğini açık ve sertçe yazarım, ister reddetsinler, ister yasaklasınlar, nasıl olsa onları yayınlatmanın bir yolunu bulurum. Öyle yada böyle kocaman bir buzulun ortasında buzları kıra döke ilerleyen, parçalayan bir gemiyim. Çizikler canımı yakmaz, devam etmesini bilirim.
Verilen unvanlara yada ödüllere genelde pek kulak asmam ama iki kere Pulitzer Ödülünü almam da bir rastlantı değil elbette. Bir keresinde de yazdığım bir roman hakkında Ernest Hemingway’a görüşlerini bildirmesini istediğim bir mektup yazmıştım. Kendimi öylesine kaybetmişim ki bariz meydan okumuşum. Asıl isteğimin fikirleri değil yeni bir roman yazdığımdan haberdar olmasıydı galiba. Gümbür gümbür geldiğimi herkesin duymasını istiyordum.

Kadınlar bana fena halde kızıyor, bense gülüp geçiyorum. Hayatım onları sevmekle geçti. Ama lafımı da asla esirgemedim.
Günlük yaşamda daha az agresifim ama tamamen kaybolacağını sanmıyorum.Altı kez evlendim. Kayıtlı sekiz çocuğum var. Kadınlarla uzun maceramda hiç mola vermedim. Hiç onlarsız kalmadım ve böylece hiçbir zaman huzur bulamadım.
Bir ömür boyu bolca kadınla takılmak iyi hoşta, paranı yazarlıktan kazanıyorsan eğer baya bir yazman gerekiyor…

Salı, Ekim 4

Kanatlan Peta!!


Beni bir katil, cani, ruhsuz olarak adlandırabilirsiniz. Hiç gocunmam. Yine olsa yine yaparım diyecebilecek kadar yüzsüzüm.

Evet, aylardır sivrisinek ve diğer haşerileri öldürüyorum acımasızca. Bunu hergün monotona bağlamış bir şekilde yapıyorum. Büyük de bir zevk alıyorum. Olaylar benim dışımda gelişiyor artık ağır tahrikler ve çatışma! Aslında onları her öldürüşte kendi kanımı akıtıyorum.Kendilerine özgü bir kanı bile yok lanetlerin!

Geçen bir arkadaşa anlattım bu olayı ballandıra ballandıra. Şöyle öldürüyorum, böyle yapıyorum, yakıyorum, kanatlarını koparıyorum... O da bana aynen şunu dedi:

-Abi tamam da çoluğu çocuğu vardır bu kadar acımasız olma!

Tamam anlıyorum geniş bir aileleri olabilir. Ama şuda var benim babam gidip birisini ıssırıyo mu? Ya da abim? Amcam, dayım, halam, uzaktan akrabalarım?

Sonra aklıma şu takıldı. People For The Tthical Treatment Of Animals (PETA) diye bir kuruluş var. Şimdi bu yaptıklarım Peta'cıları kızdırabilir diye düşündüm. Acaba hayvan hakları dedikleri şey hepsini kaplıyo mu? Şimdi sivrisine hayvan mı değil mi onu bilmek lazım! Onları bir sivrisinek ıssırdığında hayvandır öldürmek olmaz mı diyorlar acaba? Yoksa anasına avradına sövüp duvara mı yapıştırıyolar? Cidden oturdum düşündüm bunu. Atlar, eşekler, foklar ölmesin bence de ama bunun için Petacı olmaya gerek yok çünkü samimi olduğunu sanmıyorum.

Küçük de bir araştırma yaptım. Bu hayvanlar yüzünden yılda ortalama iki milyon insan ölüyor. Peta bunu biliyor mu acaba? Hayvanlar için açtıkları porno sitesi yerine, insanlar için, en azından Afrika'da sıtmadan ölen milyonlarca çocuk için bir şeylerler yapmak çok mu zor? Sizin hangi çalışmalarınız o çocukları ölümün pençesinden kurtarıyor? Kimse kusura bakmasın ama o hayvanlar bi doğumda 3-5 hatta daha fazla yavru doğuruyor. Ama bir insan bütün ömrü boyunca maximun 3-4 çocuk doğuruyor. Bunu dikkate aldığımızda önem derecesinin kimde olduğu açıkça belli oluyor sanırım. 

Peta! ben öldürmeye devam edeceğim. Hadi bana savaş açın. Beni lanetleyen bildiriler yayınlayın. Ama bunları yaparken sırtınıza bir çift kanat takın belki acıma duygularım ortaya çıkar!!

Çarşamba, Ağustos 24

Özür Dileriz!!


Özür dilemek ne kolay şey böyle. Sen istediğini yap et sonra kalk "özür dilerim" de. Sudan sonra en büyük nimet mübarek. Derdim küçük şeyler yüzünden özür dilenmesi değil. Hata yaparsın bir özür onu düzeltmeye, hatta durumu daha da iyileştirmeye yarayabilir. Ama öyle şeyler var ki, insana yuh dedirtecek cinsten.

Bu özür mavrasanı Amerika çok iyi kullanıyor. Vietnam ve Irak bunun en açık, canlı ve acımasız örneği. Reklam kampanyaları, marketing operasyonları, medya desteğiyle savaşlar yalan söylerek satıldı bizlere, ekmek satar gibi aynı. Kampanyalarını o kadar iyi yürüttüler ki kimse ne olduğunu anlayamadı. Bu yalanlarla bezenmiş oyunlarında ilk taşı Vietnam'da oynadılar.1964'te Amerika Vietnam'ın Tonkin Körfezi'nde bulunan iki gemisine saldırı yapıldığı gerekçesiyle Vietnam'a girdi. Saplandığı bataklıkta bir çok masum sivilin ölmesine yol açtı. Önce uçaklarını, sonra birliklerini gönderdi. Basın sayesinde popülaritesini ve haklılığını(!) yaydı. Cumhuriyetçiler ve demokratlar tek yürek oldular. Masum halkın katlini büyük bir dayanışma içersinde izlediler. Yıllar sonra ne oldu savunma bakanları açıklamasında Tonkin'de öyle bir saldırı hiçbir zaman gerçekleşmedi oldu. Sözde büyük bir üzüntü ve özür dolu mizacıyla. Gidenler geri geldi mi hayır.

Ve yıllar sonra. Dünyada büyük bir alarm. İnanmıyacaksınız ama Irak'ta tüm dünyanın kökünü kazıyacak kitle imha silahları varmış. Sam Amcamız bizi kurtarmak için hemen olaya el atmalı diye korkulu gözlerle beklerken o bizi bekletmedi ve olaya el attı. Uçaklar, gemiler, füzeler, askerler, basın, toplum mühendisleri... göz açıp kapayasıya Irak'a girdiler. Yağma, yıkım, gözyaşı, babasız kalan çocuklar, eşsiz kalan kadınlar, tecavüzler, işkenceler.. herşeyi gördük ama bizi yok etmek için ellerinde olan kitle imha silahlarını bir türlü göremedik. Gördüğümüz zulum, tüm insanların ciğerlerini yaktı, kökünü kazıdı. Ve sonra ne oldu. Öyle bir kitle imha silahı yokmuş ÖZÜR DİLERİZ! Şimdide içimizi rahatlatacak bir özür de İsrail'den bekliyoruz.

Yaşanan tüm kıyımlar kadınlar, yaşlılar ve çocuklar arasında geçti. Savunmasız insanlar can veren oldu hep. Birileri viskilerini yudumlarken, geride kalanlar ise toprağı sevdikleri için gözyaşıyla suladı.

Onlar özür diledi ama "Ölüler Dirilmedi"

Pazar, Ağustos 21

Metalin Kafası İyidir Adamım!!


http://www.youtube.com/watch?v=uKZd4U397M4  (Ensiferum- Okumayı kolaylaştıracak bir şarkı )

Metalll!!! Bu sorunla karşılaştım hep. Hep klasik söylemlerle beni soğutmaya ve uzaklaştırmaya çalıştırlar anlam veremediğim şekilde. Örneklerle zenginleştireyim hadi. Sen de mi tenekecileri mi dinliyosun? Oğlum dinleme onlar onlar kedi kesiyomuş yoksa sende mi kesiyosun lan!! Ya şunları dinleyip kafa sallayanları anlamıyorum ne kadar aptalca! İyice dinden imandan çıktın sen artık... böyle gider bu. Klişeden şaşmayarak. Bir marjinal söylem geliştirmiş olsalar onları idol olarak seçeceğim. İstediklerini yapcam artık. Vallahi yapcam bunu! Yapmazsam boğazıma pena kaçsın!


Ben ayıptır söylemesi sıkı bir metal dinleyicisiyim. Dış görüşünüşümle de kendimi ele veriyorum. Aslında buna da karşıyım her siyah giyinen metal dinliyor anlamı çıkartılmamalı. Dini inançları doğrultusunda siyah çarşaf giyen kadınlar var. Şimdi onlara metalci diyebilir miyiz? Siyah takım elbise giyenler, rahibeler, hakemler..? Bakın abi hepsi simsiyah şimdi onlar metalci mi? Bırakın bu işleri artık.

Metali kafa sallayıp, kedi kesen zihniyete sesleniyorum. Böyle bir dünya yok adamım. Senin dinlediğin pop ne katmış ki sana? Senin oturduğun yerden yargıladığın şeyin altında neler var bilmiyorsun.  Metal öyle bir şeydir ki yeri yerinden, devleti dibinden oynatır. Propagandanın, sivil itaatsizliğin vazgeçilmez öğelerindendir. Örneklerle gidelim mi anlarsın belki. Pink Floyd vardır adamım bilirmisin? Another Brick In The Wall diye bir şarkı yapıyor bu adamlar. Hani senin kedi kesen dediğin adamlar. Eğitimin öğrenci üzerindeki baskısına vurgu yapar. Hemde ne vurgu. O kadar sağlam vurur ki tellere bu adamlar, penayı öyle sanatsal kullanır ki İngiliz hükümeti çareyi şarkıyı yasaklamakta bulur. Senin dinlediğin Serdar Ortaç'da şarkının içine sıçar.

İskandinav ülkelerine bak bir de. Metal grupların hepsi tarihlerinin propagandasını yapıyor. Bak Amerika'daki gruplara kıçı kırık Normandiya çıkarması ile kaç tane şarkı yapıp klip çekmişler. Yada vatandaşlarını selden kurtarırken gösterirken kliplerine nasılda metali kullanmışlar. Sosyal sorumluluk projelerine nasıl başı çekiyor.

Senin dinlediklerinin bir tanesinde var mı bu? Hadi adamım sen zaten fast food ürünüsün. Sen şarkılarını 1-2 ay içinde tüketirken, biz şarkılarımız yıllarca dinleriz. Ben bir Jimi Hendrix'i, Alice Cooper'ı, Pearl Jam', Ronnie James Dio'yu belki ölesiye kadar dinlerim. Sen Serdar Ortaç'ı, Hande Yener'i, Atiye'yi, Hadise'yi ancak 1-2 ay dinleyebilirsin. Dedim ya siz fast food ürünüsünüz. Anlıksınız tıpkı hamburger gibisindir. Biz kuru-pilav gibi ölesiye kadar yeriz sanki hiç yememiş gibi ölümüne alınmış bir zevkle. sizin götünüzü sallamaktan oluşan terler muazzam bir apış arası faciasına yol açarken,  biz kafa sallarken alnımızdan akan terler yüzümüzden süzülür gitmekle yetinir. Rock'n Roll bebeğimm!!!

Cuma, Ağustos 19

FUTBOL SADECE “FUTBOL” DEĞİLDİR


Futbol. Ne kadar da masum duruyor değil mi? Futbol nedir sorusuna cevap verildiğinde ilk olarak akla gelen şey spor dalıdır. Bu cevap çok yüzeysel kalmaktadır. Futbolu derinlemesine irdelediğimizde aslında ayrı bir dünya olduğu görmekteyiz. Göze çarpan ilk şey futbolun medyaya bağımlı ticari bir araç olduğudur. Bugün baktığımızda 3 milyardan fazla kişinin futbolu takip ettiği görülmektedir. Futbol sayesinde televizyon reytinglerini, gazeteler de satışlarını arttırmaktadır. Televizyonu ele alalım hadi. Bir yayın kuruluşu sadece lig maçlarını yayınlamak için kaç milyon dolar ödedi hepimiz biliyoruz. Verilen bu para azımsanacak ölçüde değil. Neden bu kadar para verildi peki? Futbol günümüz dünyasındaki en önemli konu olduğu için mi? Hiç sanmıyorum. Emin olduğum şu ki, futbolun karşılığını parada buluyorum. Gazetelerin de televizyondan aşağı kalan yanı yok.   Gazeteler neden sürekli futbol eki çıkarıyor da bir atletizm eki çıkarmıyor? Temelde bakacak olursak atletizmde, boks da, tenis de spor türü. Ama bir ek olarak göremiyorum. İstisnaların kaideyi bozduğu da yok. Neden peki? Neden, çünkü alıcısı yok. Televizyon ve gazetede bu spor dallarının tüketicisi yok. Futbol tüketim endüstrisinde zirvede ve medya kuruluşları da bunu en iyi şekilde değerlendiriyor. Bu şekilde baktığımızda futbol spor dalından çok kapitalizmin anahtarı rolündedir.

Paradan ziyade futbol insanları uyutma aracıdır da. Sanayileşmenin tavan yaptığı ikinci dünya savaşından sonra kurulan sanayilere baktığımızda her birinin mutlaka bir futbol sahası olduğu görülmektedir. İşçilerin boş zamanlarında futbola yönlendirilmesiyle yönetime karşı bir isyanın önüne geçilmiştir. Mesela İspanyol diktatör Franco, bir futbol stadı için bana 100 bin kişilik uyku tulumu yapın demesi ya da Portekizli diktatör Salazar’ın ülkeyi fado fiesta futbol ile yönettim demesi buna verilecek en güzel örneklerdir. Franco’yu filan geçelim günlük hayatımıza bakalım. Moralimiz bir oyuncunun attığı nefis bir golle düzelebiliyor. Gönül verdiğimiz bir takımın galip gelmesi her şeyi unutturabiliyor bize.  Buradan baktığımızda futbol spor dalından çok, iktidarın halkı uyutma aracı ve kendimizi uyuttuğumuz bir araç olarak gözümüze çarpıyor.  

Futbol aynı zamanda küreselleşmenin neferidir. Farklı kültürden, kimlikten birçok insanı bir araya getirebilme özelliğine sahiptir. Dünya kupaları bu konuda başı çeker. En son Afrika’da düzenlenen dünya kupasına baktığımızda futbolun küreselleşmenin neferi olduğu açıkça görülmektedir. Tüm dünya Afrika kültürüne ait olan “Vuvuzela” adındaki çalgıyla tanıştı. Ülkemizdeki zurnanın Afrika versiyonu bir çalgı bu. Çıkardığı sesi unutmak mümkün değil. Dünya kupası sayesinde bu çalgıyla ama iyi ama kötü tanıştık. Artık  ülkemizde ve Avrupa’da maçlarda Vuvuzela sesini işitmekteyiz. Afrika kültürüne ait bir çalgı tüm dünyada bilinmekte ve çalınmakta. Sonuç olarak, bana kalırsa futbol sadece futbol değildir. Sahada 22 kişinin bir topun peşinden koştuğu, eğlenceli bir spor değildir.


Cumartesi, Ağustos 13

ahh ergenlik


15 yaşındayım, ergenliğe girişimin tadını çıkarıyorum. Sivilcelerim çıkmaya başlamış, bıyıklarımda hafif de olsa terlemeler saptamıştım. Sesim borazan gibi olmasada borazana yakın tonlarda çıkmaya başlamıştı. Artık ergenliğin getirdiği ilk atarlanmalarımı yapar olmuştum.
Psikolojim küçüklükten bozuk olduğu için kendimden yaşca büyük kadınlara ilgi duymaya başlamıştım. Bunun temel nedeni izlediğim reklam ve filmlerdi. Temel meta kadındı. Gay olmayacağımın farkındaydım zaten.
Hedefimde İngilizce öğretmenim vardı. Diksiyonuna vurulmuştum. Dudak hareketleri beni cezbediyodu. Ona hayranlıkla bakıyodum. Tek düşüncem İngilizce dersleriydi artık. Bir gün  hoca ödevimi kontrol etmek üzere yanıma geldi. Ödevlerimi karşı komşum Bahattin Abiye yaptırdığımı bilmiyordu ilk göz ağrı platonik manitam. Ödevimi kontrol ettikten sonra yes men deyip saçlarıma dokundu.
İşte o an herşey değişti. Beynim hızlı ve karmaşık bir şekilde çalışmaya, kalbim sert gidip gelişler yapmaya, belli bölgemde kabarmalar oluşmaya başlamıştı. Garip hissediyordum kendimi. Elim ayağım titremeye başladı. Hemen tuvalete gitmek için izin istedim. Başka çarem yoktu. İşte ne olduysa o an oldu. Altıma sıçmıştım. O günden beri her ingilizce dersine götüme bez bağlayıp giriyorum. Sıçıyorum sıçıyorum götümde kuruyup kalıyo...

Neyim?


"hayatımız boyunca
Bize hep aşağılık olduğumuz öğretildi.
Küçükken, beyaz ve zenci çocuklar birlikte kovboyculuk oynarken, Kim Tom Mix, Buck Jones ya da Lone Ranger oluyordu?
Beyazlar...
Tonto, onun uşağı...
Robinsonculuk oynadığımızda kim Robinson Cruseo oluyordu?
Beyazlar...
Ya Cuma kim oluyordu?
Tahmin edin, kim oluyordu?"
demişti Malcolm X 1975'deki New York Mabedi'nde yaptığı konuşmasında. Bu derece güzel bir özet geçişi Malcolm'dan beklerim. Hiç şaşırmadım. Ciddiyim.
Malcolm'un bu söylediklerini okuduktan sonra bir hayale daldım. Acaba ben kimim diye.Sorgulamaktan alamadım kendimi. Zorladım, zorladım ama bulamadım bir şey. Ötekileştirilmiş, itilmiş, avam takımında bile yer bulamayan biriymişim ben ya. Maslow'un yaptığı piramid bile kifayetsiz kalmış. Öyle bozuk bir zamandayız ki yer bulamıyorum kendime. Bende mi bir ışık yok kendi yerimi görebilecek yoksa insanların yüksek egoları mı bastıyor beni.
Şimdi aklınıza şu gelecek. Bu adam nasıl biri böyle, insanın az kendine güveni olur.. tarzında aynı anlama çıkacak farklı kelimelerle kurulmuş binlerce cümle kurabilirsiniz. Olmuyor işte öyle. Etrafınıza bakın hele bi. İnsanlar iyice çirkinleşmeye ve kendilerini yüksek görmeye başlamış. İpe sapa gelmez dediğiniz biri bile size posta koyabilecek kapasitede. Düzenin getirmiş olduğu bilinçaltı cümleleri bunlar. Belki edebi , hayran kalınası, alkışlanacak cümleler değil yazdıklarım ama samimi ve içten -kendimce-.
Şimdi O zamanlara bakıyorumda kötüde olsa insanlar birşey olabiliyormuş. En kötü ihtimal Tonto. Kendime baktım da bir beyaz olarak ne Tom Mix olabildim ne Buck Jones.