Sözün neresinden başlasam
da başladığım yerden bitirsem bilmiyorum. Öyle bir bilinmezlik silsilesinde
kürek çekip duruyorum. Bir rüzgâr olsa da savursa beni, o da yok. Bir süredir,
ne olan bir şey var, ne biten. Yarım kalmış hikâyelerimden başka hiçbir şeyim
yok. Onların da biteceği yok. Neden bitsinler ki zaten? Bir onlar var kontağı
çalıştırıp düşündüğümde aklımın virajına giren.
Aylardır bir şirketin
sigortalı kölesi olan, mesai saatlerine riayet etmezsem boyunlarına
kravatlarını büyük bir özgüvenle takan patronların hışmına uğramayan, çalışma
arkadaşlarımla sigara içip düzenin düzensizliğinden dem vuran biri değilim.
Olsa fena mı olurdu? Bilemem. Bir bilinmez daha işte. Karşı komşuma gitsem,
benim yapamadığım rutinlerin hepsini önüme döküp nasıl da içinde boğulduğunu
anlatır. Sözde ikimiz de boğuluyoruz. O işli, ben işsiz.
Dedim ya aylardır bir
işin stresini yaşayıp sağda solda yok şöyle yok böyle, mesaisidir, projesidir,
fragmanıdır, içeriğidir, zorudur, kolayıdır anlatamıyorum. E böyle olunca
konuşacak kimseyi de bulamıyorsun. Biraz dert yanmaya gör hemen sırtı
sıvazlama, bu günleri iyi değerlendir, gez toz, hayatını yaşa seansları. Oysa
ben bu yatıştırıcı sözleri işim varken de yapıyordum. Gariplik bu ya. Saatini
sabahın körüne kargalarla kahvaltı yapmak için kuran kişiler, zannediyor ki bu
şeyleri ancak işsizler yapar. Ne büyük talihsizlik!
Hayat öyle bir hayat
işte. Sorsan, biraz düşünüp aman düşünme derler. Ama caddeyi bitirip evlerinin
sokağına giriş yaptıklarında başlarlar hayatı sorgulamaya. Öyle sit-com
zamanlar işte. Öyle efektli gülüşlerle, öyle samimiyetsizliklerle, öyle
riyakârlıklarla, öyle yüzsüzlüklerle dolu bir hayat işte. Yanisi, öyle işte.
Dört sene oku, 6 ay
askerlik yap, yıllardır çalış, çabala… Sonrası? Sonrası nevrotik sancılar,
tramvatik danslar, reçetesiz yatıştırıcılar.
Bir bardak çayla birlikte
bütün bunları çapaklara basmadan, kirpiklere dokunmadan, retinayı çizmeden
gözden geçirdim. Sonuç? Kaptan, tazele! Açık olsun.
Ayağa kalkıp, bir sigara
yaksam, versem tütünün dumanını birbirine kur yapan serçelere, onlar da kabul
etse, üstüne bir de teşekkür, ne hoş olurdu. Onca şey arasında olur mu diye
düşünüp tam ayağa kalkacaktım ki, içimde öyle sere serpe yatan, en olmadık
zamanlarda bıçak etkisi yapan ses, “Ahmak olma, kuşların umurunda dahi
olmayacaksın. Hadi diyelim ki beni dinlemeyip kalktın, ya ben haklı çıkarsam?
Az da olsa keyfini yerine getiren düşüncen bir mayın gibi patlarsa ne olacak?
Otur yerine Asım, tazelendi bak çayın. Soğutma, iç!” deyiverdi. Ne zamandır
irrasyonel hayatların sürdüğü bu topraklarda, ne oldu da böyle rasyonel bir
tavır sergiledim, şaşırmamak elde değil.
Bir bardak çayı da böyle
devirdim. Artık ayağa kalkma vakti gelmişti. Yani fiziksel olarak. Öyle senin
canına okuyacağım İstanbul, sizi mahvedeceğim küresel baronlar, kravatlı
züppeler filan değil. Gayet basit şekilde oturduğum tabureden ayağa kalkmak.
Olay tam olarak buydu.
Ayağa kalktım. Ellerimi
cebime atıp Eminönü’nün kalabalık sokaklarına gayet savruk bir giriş yaptım.
Bunu dün de yapmıştım. Önceki gün de Beşiktaş’a böyle bir girişim olmuştu.
Aylardır İstanbul’un o uyaksız, redifsiz sokaklarına böyle girişler yapmıştım.
Girişimci ruhum, İstanbul’un sokaklarından başkasına işlemiyordu. Buna da nasip
diyoruz. Yan masada nasipten dem vuran yaşlı amcalar buna benzer şeylerden
bahsediyordu. Herhalde bu da o gruba girer.
Bütün bir gün boyunca,
akrep ve yelkovanın birbirini kovalamasını takip edip, etrafı izleyerek
geçirdim. Kafamda deli sorular var diyemeyeceğim bir günün sonuna demir
atmıştım. Eve girdim. Yatağın üzerine oturup bir sigara yaktım. Dedemin “İnsan
kendisini değiştirmek istiyorsa buna kelimelerden başlasın, kelimeler değişirse
düşünceler de değişir, hayat da değişir.” dediği aklıma geldi. Güldüm ve
ciğerime derin bir selam verdim karbondioksit, azot ve az buçuk temiz
oksijenle. Bir öksürükle aleykum selamı aldım ve yatağa uzandım.
Telefonumu elime alıp gün
içinde habersiz kaldığım haberlerde ne var, ne yok diye bakmaya koyuldum. “Şahin
Grubundan 200 Kişi İşten Çıkarıldı” haberinin manşetini gördüm. Elim içeriğini
görmek için habere tıklamaya cesaret edemedi. Telefonu yatağın en ücra köşesine
koydum. Anneannemin “İnsan bir şeyleri değiştiremiyorsa, bulunduğu yeri
değiştirmeli.” dediğini hatırladım. İşte o an 80 litrelik çantamın “Bir kez de
beni hatırla be adam!” çığlığını duydum. Uzun zaman sonra düşünüp düşünmemeyi,
düşünmeyip ayağa kalktım. İçimdeki pragmatik ses tam bir şeyler söyleyecek gibi
oluyordu ki, dış sesimle kapa çeneni deyiverdim. Elime gelen ne varsa çantama
doldurdum. Kapıyı çekip dışarı attım kendimi.
Atilla İlhan’ın “Ulan sen
kazandın İstanbul, Sen kazandın ben yenildim” mısraları dilimden dudaklarıma
yağ gibi aktı. Hafifçe gülmekten başka bir şey yapamadım.
Otogara kadar yürüdüm.
İlk kalkacak otobüse bilet aldım. Koltuğuma oturdum. Elime telefonumu aldım.
Yazarı olduğum derginin editörüne, senaryolarına hikâyeler yazdığım senariste,
iş başvurusu yaptığım yere referans olan kişiye ve bir kaç arkadaşa gittiğimi,
her şeyin yarım olduğu şu hayatta bir yarım da benden gibi, kusura
bakılmamasını temenni ettiğim mesajlar attım. İnsan işte hep bir çaba içinde.
Belki kaçış, belki kavuşma. İndiğin anda ve yerde belli olur her şey. Kim
bilir?
Otobüs hareket ettiği
sırada yanıma biri telaşla oturdu.
– Neredeyse geç
kalıyordum, bu vicdansızlarda beklemeden gidecek ha!
– Olur öyle şeyler,
yetiştin ya boş ver.
– Haklısın, boş ver.
– Bana biraz boş verir
misin?
– Ney?
– Yok bir şey, boş ver.
Otobüsün hareketinden
yarım saat geçmişti. Yanımdaki adam bana dönüp;
– Nereye gidiyorsun?
– Otobüsün gittiği yere.
– E tamam da nereye? Bir
sürü yere uğruyor bu meret. Sen nereye gidiyorsun?
Nereye gittiğim, ne için
gittiğim hakkında zerre fikrim yoktu. Öyle gidiyordum işte. “Bilmiyorum!”
dedim. “E o da güzel. Her şeyi bilecek halimiz yok ya. Sen de git bakalım
gittiğin yere kadar” dedi. Hoşuma gitti böyle demesi. Sonrasında uzunca bir
süre konuşmadık. Otobüs Bozüyük’e geldiğinde adam eşyalarını toplayıp, tam
inecekken bana doğru döndü. Hafifçe yüzümü taradı ve “Bak arkadaş, gitmenin de
bir anlamı yok, kendini bırakıp gitmedikten sonra. Boş ver!” deyip otobüsten
aşağı indi. Haklıydı. Bir şey diyemedim kendime, “Boş ver!” dışında.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder